Şilili şarkıcı, tiyatro yönetmeni ve Komünist Parti üyesi Víctor Jara’yı 1973 darbesi sırasında işkence ederek öldüren on subay yargılanacak. Şüphelilerden dördü, kendi istekleriyle teslim oldu. Diğerlerinin de kısa zamanda tutuklanması bekleniyor.
Şili’de, 11 Eylül 1973’de General Augusto Pinochet tarafından gerçekleştirilen CIA destekli askerî darbe sırasında seçilmiş devlet başkanı Salvador Allende öldürülmüş, binlerce sol görüşlü ve sosyalist de, işkence edilerek öldürülmüş ve kaybolmuştu. Darbe sırasında tutuklanan ve stadyuma toplanan sol görüşlüler içerisinde olan Víctor Jara’nın bileği ve eli, işkenceciler tarafından kırıldı, Rus ruleti oynamaya zorlandı.
Sonunda, 44 kurşun ile infaz edildi. Jara, Şili darbesinin adı en çok bilinen kurbanlarındandı ama kurbanların çoğunu akıbeti, hâlâ bilinmiyor. Şili’de, hâlâ gömüldükleri yerlerde, darbe kurbanlarının kalıntıları bulunuyor. Şili Hakikat ve Adalet Komisyonu, 1973-1990 arasındaki Pinochet diktatörlüğü sırasında, 3095 kişinin öldürüldüğünü, bunların 1000’inin kayıp olduğunu açıkladı. Yargıç Miguel Vázquez Plaza, eski cezaevi müdürü Littre Quiroga Carvajal’in kaçırılması ve öldürülmesiyle ilgili olarak birkaç subay hakkında daha dava açıldığını bildirdi.
Carvajal da, Jara gibi, Şili’nin başkenti Santiago’daki stadyuma getirilmiş ve daha sonra soyunma odalarına götürülüp işkence edilerek infaz edilmişti. Jara’nın eşi Joan Turner Jara, işkenceci subaylara yöneltilen suçlamaların, nihayet “Bir umut mesajı” olduğunu ifade ederken, Victor için beliren umudun, darbenin diğer kurbanları için de adalet getireceğini umduğunu belirtti.
GUARDIAN’dan aktaran TARAF – 27.7.2015)
Devam edecek...
-----------------------------
AFRİKA
“İçimdeki şiirler uyanırdı…”
Canan SÜMER
(Yıllar önce beni dostlukları ile kucaklayan iki güzel kadının ve savaşın incittiği tüm kadınların anısına..)
Karpaz köylerinden AYTRİAS…
Asimile edilmiş adı ile Sipahi...
Yaşadığım anların sıcaklığını, köyün çocuklarının o saflığını ve güzelliğini unutamadım…
Öğretmen lojmanı olan şirin bir evde kalıyordum.
Evimin yukarısındaki kerpiç eve doğru bağırarak komşularımı kahveye çağırırdım, öğrendiğim birkaç Rumca kelimeyle;
“Telede kafe?” çağrıma hep gülümseyerek;
“ Endaksi gorimu.” diye karşılık verirlerdi.
***
Hiristallu ve Angeligi…
Orta yaşlı iki kız kardeş…
1974 savaşı ile köyleri işgal edilmişti.
Bir kısım Rum köylülerinin yaptığı gibi onlar da evlerinden ayrılmamıştı.
Ektikleri kolakası sulamışlar…
Hayvanların yemini verip, olgunlaşan zeytinleri toplamışlardı.
Benim oturduğum lojman evde yaşayan erkek kardeşleri Valentinos ve ailesi yanlarına sadece birkaç parça kıyafet alıp bir daha dönmemek üzere Güney Kıbrıs’a gitmişler.
Köy, asker ve polis kaynıyormuş…
Hava kararınca kapılarını, pencerelerini sıkı sıkı kapatıp yatmışlar o yaz sıcağında…
Ve yaşlı baba ve iki kız kardeş büzüldükleri yataklarında sessizce dinlemişler köyde dolaşan üniformalıların ayak seslerini…
Yaz sıcağı bile alıp götürememiş, içlerindeki soğuk gözlü korkuyu…
Kardeşlerinin evi yağmalanırken ağlayarak, gizlice ve sessizce izlemişler.
“Babam kafasını çevirip de hiç bakamadı. Zaten kısa bir süre sonra da dayanamayıp öldü.” derdi Hiristallu.
Bir süre sonra boşalan evlere Türkiye’den gelen göçmenler yerleştirilmişti.
İki kız kardeş de önceleri çok korkmuş ama zamanla birçoğu ile iyi ilişkiler bile kurmuşlardı.
En büyük mutlulukları ise buraya yerleşen Karadenizlilerin Rumca konuşabilmeleri olmuş.
İki kadın da benim hiç bilmediğim gizemli bir dünyaya ait gibiydiler.
Onlarla yaşadıklarımı yıllar geçtikçe daha çok anlamlandırabildim.
O tatlı evin her tarafındaki demir parmaklıkları daha iyi anlayıp tanımlayabildim…
Ama anlatamadım, yazamadım…
Nasıl seslendirilirdi ki böyle bir acı?
Hangi sözcüklere sığardı cinsel bir saldır?
Çağlar öncesinden içime dökülen bir ağulu ağıt gibiydi…
Dökülüp de sığınacak yer bulamayan beni insanlığımdan utandıran bir ağıt…
Doğup yaşlandıkları o sevimli köy evinde böyle bir trajedi yaşayan iki güzel insan…
Angeligi ve Hiristallu…
Onlarla dört mevsim birlikte yaşadım…
Paskalya yemeklerinde, masalarındaki özel yerimi ve ilk kez içtiğim konyakla kafayı bulup, Rumca konuşmaya başlayınca masadaki Rum köylüleri epeyce güldürdüğümü sık sık hatırlarım…
***
Angeligi hep gözleri ile okşardı, benim oturduğum lojman evin dört bir yanını…
Verandadaki sardunyaları severdi.
“Eve bahçeye ne güzel bakıyorsun.” der, sarılıp öperdi beni.
Acılı bir umut sezerdim sözlerinde…
Kardeşinin evine döneceğinin umudu…
Bahçede oturduğumuz zamanlarda, sandalyesini toprak fırının yanına çekip, çalışmaktan yıpranmış, yorgun elleri ile o fırını okşar, severdi.
“Kardeşim bu fırını yeni yapmıştı; kullanamadan gitti.” derdi.
Öylesine okşardı ki…
İçimdeki şiirler uyanırdı; feryat figan etmeye…
Öylesine okşardı ki…
Yurdundan ayrı koyulan Nazımın, hasretle okşadığı gibi, Varna önünden geçip boğaza doğru giden vapuru…
………
Bir vapur geçer, Varna önünden
Uyy Karadeniz’in gümüş telleri
Bir vapur geçer Boğaz’a doğru
Nazım usulcacık okşar vapuru
Yanar elleri…
.......
Biliyorum, Angeligi’nin de yanmıştı elleri…
(AFRİKA – Canan SÜMER – 20.7.2015)