1974’te Ağustos ayı başlarında bir arkadaşıyla birlikte Karpaz’da Apostol Andrea Manastırı’na balık tutmaya giden ve savaş nedeniyle Şubat 1975’e kadar manastırda kısılıp kalan Stavros Mina anlatıyor... 2017’de gazeteci Hasan Hastürer’in sorularını yanıtlayan Turgut Yenağralı’nın videosunu görünce, öldürülmekten kurtulmuş olabileceğini anlamış... “Videoyu görünce, belki de bizim öldürülmemizi emreden ama bunu başaramayan Kıbrıslıtürk’ün o olduğu, kafama dank etti...” diye anlattığı röportajımızın son bölümü şöyle:
FOTİS KUZUBİS: Belki de onları öldürmesini söylediydi Türk askerlerine... Video Rumca’ya çevrilinca ve Stavros bu videoyu görünca, dank ettiydi kafasına... Fakat Türk askerleri onları öldürmemişti...
SORU: Evet, sonuçta öldürmediler... Manastır’da bir şey olmadı...
STAVROS MİNA: Evet... Bizi tek sıra halinde dizdiler, ben vardım, dayımın ailesi vardı, dayımların üç yaşında bir oğlucukları vardı... Mavi bereli bir Türk askeri gidip Apostol Andreas’ın tepesine Türk bayrağı çekti. Oradakiler alkışlamaya başlamışlardı... Türk askerleri alkışlıyordu...
Dayımın ailesinde kendisi, 14-16 yaşlarında iki kızı, oğlucuğu, eşi vardı. Gumbarosu Kozmas ve eşi vardı... Ve onların 13 yaşlarındaki kızı vardı. Ve tabii ben ve arkadaşım Fotis vardı... Çoluk çocuk yani...
Ve Manastır’da yaşayan 4-5 kişi daha vardı... Yaşlı insanlardı bunlar... Despina diye bir kadın vardı, Takis adlı birisi vardı...
Askerler bayrağın Apostolos Andreas Manastırı’nın üstüne çekilmesi esnasında alkış tutarken, komutanları bize bakıyordu, komutanın baktığını görünce dayım da alkışlamaya başlamıştı... Dayım alkışlamaya başlayınca, biz de alkışlamaya başlamıştık...
Böylece bu komutan bize, aramızda çok sayıda çocuk ve kadın olduğu için bizi savaş esiri olarak almayacaklarını söyledi ve manastırda kalabileceğimizi belirtti. Sonra da bize “Odalarınıza gidiniz” dediler.
Türk askerleri bir gün orada kaldılar ilk gün, o gece orada kaldılar, ertesi günü ise gittilerdi. Türk askerlerinin hepsi de gitmişti...
SORU: Bazı Türk askerlerini veya bazı Kıbrıslıtürkleri orada bırakıp da mı gittiydiler? Yoksa?
STAVROS MİNA: Hayır... Hepsi de ayrıldıydı oradan... Belki manastırın dışında birileri vardı, bilmiyorum... Ama manastırda yoktular...
Ertesi günü beni ve Fotis’i çağırmıştı Kleopas adlı papaz ve benim ve Fotis’in manastırdan ayrılarak dağlara gidip saklanmamızı istemişti. Yaşımız küçüktü fakat uzun boylu olduğumuz için asker sanabilirdi bizi eğer Türk askerleri tekrardan manastıra gelirse ve herkesi öldürebilirler diye düşünüyordu bu papaz.
“Tamam da bize yiyecek birşeyler ver, ne yeyceyik buradan gittiğimizde?” demiştik. O zaman bize hellim-ekmek vermişti papaz. “Gece da gelip burada yersiniz” demişti.
Böylece gün boyu manastırın dışındaki korulukta kalmıştık, gece de manastıra dönmüştük...
Dayım ise geceleyin döndüğümüzü görünce bize nereye gitmiş olduğumuzu sormuştu... Ben de anlatmıştım ne olduğunu...
Dayım gidip papazla konuştu bunun üzerine, Savvas dayım çok güçlü bir adamdı... Öteki dayım Piççaulos, futbolcuydu ve kuyu temizleyicisiydi, kuyuları boşalttığı bir aracı vardı. Savvas Stavru dayımdı bizimle birlikte olan Apostolos Andreas’ta... Lakapları “Piççaulos” idi...
Dayım papaza bizi bir daha manastırdan göndermemesini söyledi çünkü bizi birileri görecek olursaydı dışarıda, belki de bizi öldürebilirlerdi.
Dayım papaza, “Burada hep birlikte kalacağız... Öldürüleceksak da hep birlikte öldürüleceğiz” demişti... Böylece manastırda kalmaya devam ettik...
Bir akşam bazı Türk askerleri, Mehmetçikler gelmişti manastırın yanına ve Fotis ve ben onları görmüştük... Onları alıp manastırdaki papaza götürmüştük. Papaz da onlara biraz para vermişti... Onlar da parayı alıp gitmişlerdi...
Birkaç gün sonra üst rütbeli subaylar gelmişti Manastır’a... Subaylardan birinin kendisinin de küçük çocuğu varmış, küçük yeğenimi ciple manastır çevresinde dolaştırıyordu... Bize hediyeler getiriyordu, dayım Savva’nın oğlu küçük yeğenimi ciple dolaştırıyordu falan... Ve bu subay bize bir belge verdi, bu belge o bölgede istediğimiz yerde serbestçe dolaşabileceğimiz anlamına geliyordu, bu belgeyi göstermek bile herkesin hazırola geçmesine yol açıyordu... Mağusa bölgesinin Türkiyeli komutanıydı bu belgeyi bize veren... Mağusa’dan Karpaz’a kadar tüm bölge, onun kontrolü altındaydı... Bize hiç kimsenin bize dokanmayacağını söylediydi. Kendisiyle birlikte bir kişi daha getirmişti – kendisiyle birlikte getirdiği bu şahıs Kıbrıslıtürk müydü yoksa Türkiyeli miydi, bilmem... Ancak oradaki deniz fenerinden sorumlu olacak olan askerdi bu şahıs. Her ne kadar da deniz fenerinden sorumlu olacaksa da benim inancım odur ki bu şahsı, bize bir şey olmasın diye, bize bakarak olsun diye oraya getirmişti.
Manastırda papaz bizim et yememize izin vermiyordu, yalnızca Perşembe ve Pazar günleri et yememize izin vardı. Bir ay kadar sonra papaz, hastalandığını söyleyince, Türk askerleri onu Rum tarafına gönderecekti. O zaman, papaz Kleopas’ın yerine papaz Zaharias’ı göndermişlerdi... Esir idi Zaharias, sonra serbest kalınca gelmişti.
Fotis Kuzubis (solda), Stavros Mina'nın anlattıklarını bize tercüme ederken...
SORU: Papaz Zaharias, hala oradadır...
STAVROS MİNA: Evet... Papaz Zaharias bize, “Gidin her gün avlanın, her gün et yeyesiniz...” diyordu...
FOTİS KUZUBİS: Orada bulunan keçilerin ezici çoğunluğu zaten manastıra aitti... Serbestçe dolaşan bu keçilerin sahibi manastır idi zaten...
Bir gün üç yıldızlı bir subay geldi landroverle... Bizden kendisini kiliseye götürmemizi istedi... Dayım Savva’yla birlikte götürdük kendisini kiliseye... Orada papazların ayinlerde veya törenlerde taktığı bir tür şal var, onu istedi... Bu şalı takarak Apostolos Andreas’ın resminin karşısına gidip durdu. Ancak yüzü resime bakmıyordu, resime sırtını dönmüştü. Ve Türkçe olarak dua etmeye başladı. Bir mum yakmak istediydi... O zamanlar Apostol Andrea’da mum yaktığınızda, bir taş vardı, mumu yakıp üstüne akıtıp sonra da mumu akan mumla tuttururdunuz o taşın üstüne. Şimdiki gibi kum yoktu o zaman mumu durdurtmaya... Şimdi kum vardır, yakıp içine oturtursunuz ama o zaman daha kum yoktu Apostolos Andreas Manastırı’nda mum yakılan yerde... Beş lira çıkardı (Kıbrıs Lirası) ve Apostolos Andreas Manastırı yardım kutusuna attı... Ve kardeşinin 1974’te savaşta öldürüldüğünü söyledi bize... Sonra da manastırdan ayrıldı...
Biz manastırda kaldığımız sürece hiç kimse bize bir şey söylemedi... Papaz Zaharias geldikten sonra herşey sakindi... Hiçbir sorun yaşamadık...
Annemler bir ay boyunca beni arıyorlar ama bulamıyorlardı... Adım kayıt edilmemiş olduğu için bulamıyorlardı... “Kayıp” gibiydim bu durumda... Yani Kıbrıslıtürkler de “Böyle böyle bir esirimiz vardır, adı da şudur” diye beni kaydetmemişlerdi...
SORU: Yani hiçbir yerde kaydınız yoktu...
STAVROS MİNA: Evet... Kaydım yoktu hiçbir yerde... Ben balık tutuyordum, tuttuğum balıkları Dipkarpaz’a (Rizokarpasso) götürüp satıyordum... Ve güneye geçtiğim zaman cebimde bu şekilde kazanmış olduğum 70 liram vardı!
Denktaş ile Kliridis nüfus değiş-tokuşunda anlaştıkları zaman güneye geldiydim..
SORU: Viyana Anlaşması sonrasında...
STAVROS MİNA: Evet...
SORU: Ne zaman geçtiydiniz güneye?
STAVROS MİNA: 3 Şubat 1975’te...
SORU: Yani 1975 yılına kadar Apostolos Andreas Manastırı’nda mıydınız?
STAVROS MİNA: Evet! Altı aydan fazla süreyle manastırdaydım... Bu dönemde balık tutuyordum, yiyordum, Karpaz tütünü içiyordum... Apostolos Andreas’ta sanki “kral” gibiydim, öyle zaman geçiriyordum... Kimse karışmıyordu bana... Kimse incitmiyordu... Takis vardı, Despina vardı, papaz vardı, Yakumis vardı... Kuşos vardı – onu öldürdüler sonra...
SORU: Kim öldürdüydü?
STAVROS MİNA: Bilmiyorum... 1980’li yıllarda öldürdülerdi kendini... Kuşos, manastıra ait mandralardan sorumluydu, manastıra ait hayvanlardan sorumluydu... Hepsinin adını hatırlamam ama Manastır’da yaşayan 20 kişi kadar insan vardı...
SORU: 1976’lara kadar Karpaz’da – örneğin Yalusa’da, Trikomo’da vesaire – Kıbrıslırumlar yaşardı çünkü 1974 sonrası iki toplum liderlikleri arasında yapılan üst düzey anlaşmalarda aslında Karpaz’da Kıbrıslırumlar’ın kalması öngörülüyordu... Ancak onları kaçırmak için tecavüzlere, tacizlere başvuruldu ve insanlar evlerinden, yerlerinden edildi bu şekilde zor kullanılarak... Hatta bazı yaşlı Kıbrıslırumlar evlerinde öldürüldü, Karpaz’daki Kıbrıslırumlar korkutulup kaçırılsınlar diye... Güneye geldiğinizde nereye gittiydiniz?
STAVROS MİNA: Bir kardeşim daha vardır, dermatolog, Leymosun’daydı o... Oraya gittim... Leymosun’da ailemi aramaya geldiğimde saçlarım uzundu, hippi gibiydim – saçlarımın rengi de sarıya dönüştüydü... Manastırdaki kutsal suyla yıkıyordum saçlarımı ancak şampu olmadığı için “Siva” denen çamaşır tozuyla yıkıyordum saçlarımı... Bu yüzden saçlarım sarı renge dönüştüydü! Çamaşır tozu yüzünden! Leymosun’a gelip de kardeşimin evine vardığımda, beni gören kızkardeşim de, annem de, gözlerine inanamadıydı... Düşüp bayıldılardı!
Ailem Apostolos Andreas Manastırı’na gittiğimi bilirdi fakat sonra adımın kaydını hiçbir yerde bulamadıydılar... Mesela Kızılhaç’la mesaj göndermek istiyorlardı fakat gönderemiyorlardı çünkü nerede olduğum belirsizdi, kaydım yoktu... Sonra da karşılarına uzun, sarı saçlarla çıktıydım!
SORU: Leymosun’a geldikten sonra ne yaptıydınız?
STAVROS MİNA: Okula gittim... Maraş’ta okuldan ayrıldığımda üçüncü sınıftım... Leymosun’da üç ay içinde üçüncü sınıfı tamamladım. Sonra da dördüncü sınıfa geçtim ve onu da dört ay içerisinde bitirdim. Yedi ay içerisinde iki sınıf bitirdim, profesör gibi! Sonra okulu bitirdim ve askere gittim... Okulda makinistlikten mezun olduydum ve askerde makinist olarak çalışmaya başladım... Beş yıl çalıştım bu şekilde. Sonra da kardeşime ait bir yaşlılar evi vardı, orada çalışmaya başladım. Bir süre kardeşimle çalıştıktan sonra ondan ayrıldım, kendi yaşlılar evimi açtım ve orada çalıştım. 42 sene boyunca kendi yaşlılar evimi çalıştırdım... Sonra da sattım burayı...