Covid-19 virüsüne bağlı yaşanan salgın, dünyadaki dengeleri altüst etti. Sağlık alanında atılması gereken adımları, hastalarla birebir temasta olan ve bu noktada krizin çözülmesi için çalışanlara bırakalım. Lakin mesele onunla sınırlı değil. Konuyu salt tıbbi boyutu ile ele alacak olursak, olayın ekonomik ve sosyal yanlarını kaçırmış oluruz. Çizilen tabloya bakıldığında, işsizlik ve buna bağlı olarak gelişen yoksullaşma, toplumun büyük bir kesimini etkileyecek. Kimi büyük işletmeler, sonucu beklemeden bile işçi kıyımına başladı. Özellikle özel sektör çalışanları, kocaman bir bilinmezlik içinde salınıp duruyor. Devleti yönetenler de, çözüm için hazırladıkları ekonomik planı toplumla paylaşacaklarını duyurdu. Cumhurbaşkanlığı seçiminin 11 Ekim’e ertelenmesi bile, çalışmaların bir çatı altından yürütülmesi için yeterli olmadı. Kafamızı çevirdiğimiz her yerden bir komite, bir kurul çıkıyor. Bu tablo çok anlamsız ama yaşadığımız düzeni düşündüğüm zaman, hiçbir duruma şaşırmamam gerektiğini hatırlıyor ve sadece gülümsüyorum.
Bugünlerde eskiye nazaran daha yoğun bir şekilde hissedilen yabancı düşmanlığı ve ben merkezci yaklaşım, haklar bağlamında ne denli bilinçsiz olduğumuzu ortaya koyuyor. En basit tabirle, sağlık hakkından yararlanmak için gerek yerel gerekse uluslararası düzenlemeler, herhangi bir ayrım gösterilmemesi gerektiğini vurgular. Eğer devlet koşullarının yetersiz olduğunu düşünüyorsak, bunun sorumlusunun ne ülkemize gelen turistler ne yabancı işçiler ne de yabancı öğrenciler olduğunun bilincinde olmalıyız. Yeri geldiğinde gelir kaynağı olarak gördüğümüz insanları yalnızlaştırmak kabul edilebilir değildir. Yakalandıkları herhangi bir hastalık neticesinde tedavi edilmeleri gerekiyorsa, bunun en temel insan hakları arasında sayılan sağlık hakkı çerçevesinde sağlanması kaçınılmazdır.
Yabancı demişken, çoğunluğu kadın ve çocuk olan 175 mültecinin kıyılarımıza sığınması sonucunda sarf edilen sözleri de es geçmek olmaz. “Bu kadar işimizin içinde bir de bunlar geldi. Hastalık yayacaklar bize” gibi cümleleri okuduğumda, utandım! Türkiye Cumhuriyeti’nin kendilerini kabul etmemesi sonucunda, böylesi bir dönemde, savaş ve zulümden kaçan insanlara kucak açan hükümeti de tebrik etmek gerekir. Bizi şaşırttılar ve insanlığın bu topraklarda yok olmaması için önemli bir adım attılar.
Aslında verilen tepkiler, günümüze has değil. Dünyada ne zaman böyle felaketler yaşansa, ya bir yabancı sebebiyle gerçekleştiği söylenir ya da milliyetçiliğin zihnimize yerleştirdiği öteki düşmanlığı sonucunda, “biz” dışında kalanların hakları yok sayılır. Ama bu gibi küresel salgınlar bize gösteriyor ki; ulus devletleri ve onların ürettiği milli kimlikleri birbirinden ayıran sınırların hepsi hayal ürünüdür. Hastalanmak için insan olmak yeterlidir.
Süreç ilk etapta yabancılar üzerinden seyrederken, yurtdışından öğrencilerin gelmesi ve yerel bulaşmanın gerçekleşmesi ile mesele farklı bir boyuta ulaştı. Bu sefer de hedef, farklı bir kitleye kaydı. Amiyane tabirle “içimizdeki pislikleri” deşifre etmeyi ve “sorumlu vatandaş” edasıyla toplumu bilgilendirme rolünü kendimize görev biçtik. İletişimin en yoğun şekilde yaşandığı sosyal medya kanallarında, hastaların veya onlarla teması olan kişilerin isimlerini, fotoğraflarını kısacası özel hayatlarını elimizden geldiğince yaygınlaştırdık. Hasta mahremiyeti hakkını bile kendimize göre yorumladık. “Böyle dönemde hak mı oluşmuş?” dedik. Evet olur. Ama bu durum, devletin salgının kontrolünü ve takibini yapması önünde bir engel değildir. O yüzden toplum olarak, insanlıktan sıyrılmadan, ifşa ve buna bağlı oluşan linç girişimlerinden vazgeçip esas hedefe odaklanmalıyız.
Devlete, yerel sivil toplum örgütleri, meslek örgütleri, iş insanları, Türkiye Cumhuriyeti ve Avrupa Birliği tarafından yapılan yardımlar neticesinde test kitlerini arttırması ve yaygın olarak bunları uygulaması yönünde baskı yapmalıyız. Mesela insanların bilgilerini facebook, whatsapp vb gibi yerlerde paylaşacağımıza, hükümet edenlere ulaşmak için “sanal örgütlenme metotları” geliştirebiliriz. Artık insanları hedef hâline getirmekten vazgeçmeliyiz. Sorunumuzu çözecek olan, virüsü bir şekilde bedeninde taşıyan veya taşıma ihtimali olan insanlar değil, hem onları iyileştirecek hem de tetkikleri gerçekleştirecek devlet erkidir.
Yaklaşık on gündür yaşadıklarımız, farklı bir ruh hâline girmemize neden olsa da sorunlara karşı geliştirdiğimiz refleks çok değişmedi. Sadece dozajı daha sert bir noktaya vardı. İster kabul edin ister etmeyin, maalesef toplum olarak bencil ve konfor düşkünü bir yapımız var. Bunu bozan bir sorun karşısında da, her daim hedef şaşırıyor ve neye – kime karşı hareket etmemiz gerektiğini unutabiliyoruz. Etrafta isimlerin dolanması aslında “normal dönemlerde” de ürettiğimiz dedikodu kültürünün bir parçası. Mülteciler ve yabancıların hakları söz konusu olduğunda da suskun kalmak konusunda üstümüze yok. Kıyılarımıza vuran cesetler veya denizde sırılsıklam olmuş çocuk fotoğrafları gördüğümüzde üzülüp ağlıyoruz. Ama bu kadar. Bir sığınma sistemi kurulsun dendiğinde, “biz kendimize bakamıyoruz, imkanımız yok” diyerek geçiştiriyoruz. Ülkedeki gelir düzeyinde yaşanan eşitsizlik, güvencesiz çalıştırılma gibi sömürüye dayalı sistem aslında bizim geçekliğimiz. Şu anda bunu görebiliyor olmamızın tek nedeni, aralarda nüanslar olmasına rağmen herkesin “yaşam” derdine düşmüş olması. Kısacası virüs, içinde yaşadığımız sistemdir. Bu dengesizliği değiştirmediğimiz sürece de hepimizin hayatı pamuk ipliğinin ucunda olacaktır. Er ya da geç kapımızı çalacak ve kaçabilmek için bugün gibi burnumuzu dâhi dışarıya çıkaramayacağız.