Frida Kahlo’nun 1954 yılında çizdiği ve Meksika’da kendi ismini taşıyan bir müzede sergilenen son tablosu: Viva La Vida. 25 Kasım kadına yönelik şiddetle mücadele günü kapsamında yazı yazmaya karar verdiğimde, gözümün önünde o cümle canlandı. Genç bir kadın olduğu dönemden itibaren birçok sıkıntıyla baş eden, hem sanat hem politika alanlarında kendini var eden ve ürettikleri ile feminist mücadeleye renk katan Kahlo bu sözle, ne kadar zor durumda olsak da direnmemiz gerektiğini bize hatırlattı.
Kıbrıs’ın kuzeyinde erkek şiddetinin çetelesi incelendiğinde, durumun pek de iç açıcı olmadığı ortada. İki gündür siyasilerin, polis teşkilatının ve sivil toplum örgütlerinin paylaştığı veriler de bunu kanıtlar nitelikte. Ama biliyoruz ki; devlete yansıyan rakamlar, içerisinde her zaman gizli kalmış bir kısmı da barındırır. “Aileyi korumak, evliliği devam ettirebilmek, çocukların boşanmış bir ailede büyümesini engellemek, geleneksel ahlâk yargıları, yoksulluk, tehditten korunma mekanizmalarındaki yetersizlikler” gibi sebepler neticesinde, sadece buz dağının üst tarafını görebiliyoruz. Hâlbuki birçok mesele kapanıyor, kapatılıyor, bilinmezliğe hapsediliyor. Bu yüzden Ekim 2018 – Ekim 2019 arasındaki 1 yıla tekabül eden sürede, polis teşkilatı içindeki Kadına Yönelik Şiddetle Müdahale Şubesi’ne yapılan başvurunun 883 ve şikâyet sayısının ise 780 olması vahim bir boyutta olduğumuzu gösteriyor. Şiddet vakalarını daha derinden incelediğimizde altından; darp, dijital tehdit, zorla para isteme, ağır yaralama, ölümle tehdit gibi suçlar ilk sıralarda yer alıyor. Hemen hemen her 2 günde 1, erkek şiddeti sanıkları Mahkeme huzuruna çıkarılıyor.
Kısacası önümüz arkamız sağımız solumuz şiddet sarmalı içerisinde. Buna rağmen inatla hayatı savunmaya devam eden insanlar var. Dünden bugüne, dünyanın hiçbir yerinde haklar ve özgürlükler kadınlara altın tepside sunulmadı. Feministler her zaman talep ettiler, kahkaha attılar ve asla yılmadan yürüdükleri yolda ilerlediler. Kıbrıs’ın kuzeyi de bundan geri kalmadı. Erkek şiddetini alt etmek ve şiddete uğrayan kadınların daha güçlü hissedebilmesi için gereken araçların (şimdilik) bir kısmı bu mücadele neticesinde elde edildi. Tabi ki yeterli değildir ve bu kazanım, hedeflenenin çok altındadır. Ama yola koyulmak bile önemlidir. Çünkü çok uzun yıllar yok sayılan bir toplumsal sorun, artık devleti yönetenlerce de reddedilememektedir.
Yaşananlar bu boyuttayken, nasıl yok sayacaklar? diye düşünebilirsiniz. Ama konu o kadar da basit değil. Erkek şiddeti uzun yıllar boyunca özellikle feminist örgütler tarafından gündem yapılmasaydı;
• 2011 yılında İstanbul Sözleşmesi Meclis’ten geçirilemezdi,
• 2013 yılında Ceza Yasası’nda özellikle cinsel suçları (şiddeti) düzenleyen maddeler revize edilemezdi,
• 2014 yılında TOCED Yasası mevzuata katılamazdı,
• 2015 yılında Aile Yasası’nda yapılan değişiklik ile koruma emri maddesi geliştirilemezdi, evlenen kadının kendi soyadını kullanabilmesi imkânı elde edilemezdi,
• Çalışma Bakanlığı bünyesindeki ALO 183 faaliyete geçirilemez - Polis teşkilatı içerisinde Kadına Yönelik Şiddetle Müdahale Birimi kurulamazdı,
• Önceleri SORÖV’ün ardından Lefkoşa Türk Belediyesi’nin büyük emek ve özverisi ile yürüttüğü Kadın Sığınma evi hayata geçirilemezdi,
• Gece Kulüpleri Çalıştay’ı yapılıp devletin en üstünde bulunan bakanlar, bu ülkede insan ticareti yapıldığını deklare eden konuşmalar yapamazdı,
• 2018 yılından beri Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile K. T. Barolar Birliği arasında imzalanan bir protokol gereği şiddete maruz kalan kadınlara adli yardım sağlanamazdı.
Tabi ki yukarıda saydığım pek çok alanda sorunlar yaşanmaya devam ediyor. Özellikle TOCED’e bir bütçe ayrılmaması – tam randımanlı bir daire hâline getirilememesi, devlet tarafından düzenlenen çalıştayların sonuç bildirgelerinde ortaya çıkan hedeflerin hayata geçirilmemesi, erkek şiddeti ile mücadele ederken ücretsiz hukuki desteğe ihtiyaç duyan insanlar için adli yardımın yasal zemine kavuşturulmaması ve hâlâ kadına yönelik şiddetle mücadele yasamızın olmaması, alanda yaşanan en önemli eksiklikler olarak sayılabilirler. Kanımca en kırılgan alanda ise çocuk – yaşlı bakımı sektöründe ve gece kulüplerinde çalışan, mevsimlik işçi olarak getirilen, öğrenci yabancı kadınlar yer alıyor. Toplumsal iki yüzlülüğümüz, o noktalarda en belirgin şekilde kendini gösteriyor.
Sıraladığım kazanımlar hiç de azımsanmayacak boyutta. Kadınlar evde, sokakta, devlet dairesinde, belediyede, özel sektörde, Meclis’te, mahkemelerde, sendikalarda, okullarda yani şiddetin yaşandığı her yerde hem bu gibi fiillere maruz kalıyorlar hem de seslerini yükseltip haklarını talep ediyorlar. Son zamanlarda yavaşlayan bir feminist mücadeleden bahsetsek de, başka bir formatta yeşereceğinden hiçbir şüphem yok. Bu sebeple, nasıl ki 8 Martlarda güçlü kadın imgeleri kullanıyorsak, 25 Kasımlarda da o algıyı üretmemiz gerekiyor. Çünkü kadınların korunmaya muhtaç bir şekilde yansıtılmaya değil, yürüdükleri yolda sözlerinin çoğaltılmasına ve o yönde kendileriyle dayanışma gösterilmesine ihtiyaçları vardır. Yol uzun, dün başlamadı ve yarın bitmeyecek. Kadınlar, erkek şiddetine karşı “Viva La Vida – Yaşasın Hayat” demeye devam edecekler.