Voni’de yeni kazılar…

Sevgül Uludağ

KAZILARDA SON DURUM… KAZILARDA SON DURUM…

 

Kayıplar Komitesi’nin adamızın kuzeyinde ve güneyinde yürütmekte olduğu ve gerek 1963, gerekse 1974’te “kayıp” edilen Kıbrıslıtürkler’le Kıbrıslırumlar’ın gömü yerlerinin aranmakta olduğu kazılara bugün, Kıbrıslırumlar’ın “Kataklizmo”sunun resmi tatil olmaları nedeniyle bir günlüğüne ara verilirken, yarın yeni bazı kazılara başlanması bekleniyor.

Voni’de (Gökhan) askeri bölge içerisinde iki yeni kazıya başlanacak.

Girne’de eski Avrasya oteli yakınındaki kazılar tamamlandı. Burada dört “kayıp”tan geride kalanlara ulaşıldı.

Kayıplar Komitesi Kıbrıslıtürk Üye Ofisi’nden aldığımız bilgilere göre, Sinde’de (İnönü) bir kuyunun aranmakta olduğu kazılara devam edilecek.

Haspolat’ta ise (Mia Milya) yürütülen kazılar tamamlanmış bulunuyor.

Kayıplar Komitesi kazı ekiplerinin bir diğer kazısı Arçoz-Lisi (Yiğitler-Akdoğan) arasında yol kenarında iki “kayıp” şahıstan geride kalanların aranmakta olduğu bir kazı…

Dikmen’de (Dikomo) bir şahidin ve okurlarımızın göstermiş olduğu kazıya da devam edilecek… Bu kazıda da altı “kayıp” şahıstan geride kalanlara ulaşılmış bulunuyor.

Bu alanla ilgili olarak şahidimiz 2012’de bize ve Kayıplar Komitesi’ne bu yeri göstererek bildiklerini ve tanık olduklarını paylaşmış, 2017’de bir okurumuz da aynı alanı bize ve Kayıplar Komitesi yetkililerine göstermiş, yıllar boyunca bu alanla ilgili okurlarımız pek çok bilgi vermişler ve biz de bunları bu sayfalarda yayımlamıştık.

Kayıplar Komitesi’nin yürüttüğü bir diğer kazı ise Mevlevi’de (Kyra) askeri bölge içerisinde sürdürülecek… Bu kazıda da altı “kayıp” Kıbrıslırum’un gömü yeri aranıyor.

Mağusa’da Ayluka göletinde bir “kayıp” Kıbrıslıtürk’ün gömü yerinin aranmakta olduğu kazıya da devam edilecek.

Kıbrıs’ın güneyinde ise Polem köyünde (Polemi-Baf) üç “kayıp” Kıbrıslıtürk’ün gömü yerinin aranmakta olduğu bir dere yatağındaki kazı sürdürülecek.

Kayıplar Komitesi kazı ekiplerinde bulunan tüm arkeologlarımıza, şirocularımıza ve diğer çalışanlara “Çok kolay gelsin” diyoruz…

 


 

Kültürel Miras Teknik Komitesi Kıbrıslıtürk Temsilcisi Ali Tuncay’ın anlamlı konuşması…

“Acılarımız üzerinden bir yarışa girdik… Gurur ve üzüntüde birleşemedik…”

İki Toplumlu Kültürel Miras Teknik Komitesi’nin St. Mary Ermeni Kilisesi ve St. Mary Karmelit Kilisesinin tamamlanmasına yönelik düzenlediği etkinlikte anlamlı bir konuşma yapan komitenin Kıbrıslıtürk Temsilcisi Ali Tuncay, “Acılarımız üzerinden bir yarışa girdik… Gurur ve üzüntüde birleşemedik…” dedi.

Kültürel Miras Teknik Komitesi’ndeki deneyimlerini aktaran Ali Tuncay, özetle şöyle konuştu:

“Kültürel Miras Teknik Komitesi olarak uzun yolculuğumuz 2008 yılında başladı. Şu anda olduğumuz noktaya gelmemiz hiç de kolay olmadı. Uzun ve zorlu bir süreç sonrasında ortak güven ve işbirliği ortamı oluşturarak birlikte çalışmayı öğrendik. Tekrar tekrar buluştuk, ısrarla birbirimizle konuştuk ve empati yaptık. Uzmanlarımız ile birlikte Baf’dan Karpaz’a kadar adanın dört bir yanındaki yüzlerce eseri ziyaret edip durumu ortaya koyduk. Sonuç olarak ise UNDP’nin teknik desteği ve Avrupa Birliğ’nin mali katkısıyla birlikte projeler hazırlandı ve çok önemli çalışmalar gerçekleştirildi… İlk çağlardan günümüzde medeniyetlerin tarihini şekillendiren ve insanlığın gelişmesine katkıda bulunda oldukça fazla sayıda millet Kıbrıs’a yerleşerek, bu topraklarda sayısız eser bırakmıştır.

Tüm etnik çatışmalarda olduğu gibi, 1960’lı yıllardan itibaren özellikle insanlar ve onların kimliğini temsil eden kültürel miras Kıbrıs’ta hedef haline gelmiştir. Yıllarca her iki taraf da kültürel miraslarını yok ettiği için bir birini suçladı. Taraflar birbirini suçlamak için enerjilerini harcarken, kültürel miras eserlerin de durumu kötüye gitmeye devam etti.

Sadece binalar ve taşlarla çalışmadığımızın farkındayız. Oyarak taşa verilen şekilde ve bir duvarın üzerindeki resimde onu yaratan kişinin kültürü, duyguları, düşünceleri ve yargılarının yansımaları var. İşimizi yaparken buna da saygı duyuyoruz. Bunun yanında, laik veya dini amaçlar için yapılmış olmasına bakılmaksızın, bu eserlerin bizim için özel bir değeri var.

Artık kültürel miras ve farklı kültürler, çatışma yaratan değil Kıbrıslıtürkler, Kıbrıslırumlar, Kıbrıslıermeniler ve diğer toplulukların işbirliği, barış ve refah içerisinde yaşamasına katkı koyan faktörler olmalıdır. Kültürel miras, taraflardan biri için gerekli olan teknik ve mali desteğin engellenmesi veya diğer taraf üstünde otorite oluşturma isteği ile korunamaz. Bu şekildeki politikalar sadece durumun daha da kötüye gitmesine katkıda bulunacaktır.

Bu adada yaşayan insanlar olarak, tarih kitaplarımızı savaş, çatışmalar ve birbirimize yaptığımız kötülüklerle doldurduk, ve bunları çocuklarımıza öğretiyoruz. Acılarımız üzerinden bir yarışa girdik. Okul kitaplarımızda, birlikte çalışırsak ve işbirliği yaparsak neler başarabileceğimizi söylemedik. Gurur ve üzüntüde birleşemedik.

Kültürel Miras Teknik Komitesi bize işbirliği yapar, birlikte çalışır ve üretirsek ancak verimli olabileceğimiz öğretti. Ayrıca eşit temelde birbirimize saygı duyar, güvenir ve birlikte çalışırsak herkesin faydasına olabilecek birçok şeyi yapabileceğimizi de gösterdik.

Yaptığımız işlerle sadece eserleri restore etmiyor aynı zamanda Kıbrıslıtürk ve Rumlar arasında en fazla ihtiyaç duyulan güven ve barış kültürünü de oluşturacak ortamı da yaratıyoruz.

Bu coğrafyadaki tarihi eserlerle barışmamızın tam zamanı. Kökeni ne olursa olsun adadaki tüm Müslüman ve Hristiyan ibadet yerleri ile Bizans, Lüzinyan, Venedik, Osmanlı ve diğer medeniyetlere ait tüm eserler bizim ortak mirasımız ve zenginliğimiz olmalıdır…”

(Çeviri: UNDP).


 

BASINDAN GÜNCEL

 

“Başarılı bir soykırım, yerli halkın yardımı olmadan gerçekleştirilemez…”

Robert FISK

Bir asır önce Anadolu’da, Nazi işgali altındaki 1940’ların Avrupa’sında veya günümüz Ortadoğu’sunda başarılı bir soykırımı nasıl organize edersiniz?

Harvard Üniversitesi öğretim üyesi Ümit Kurt tarafından kaleme alınan bir makale bu soruya basit bir cevap sunuyor: Soykırımdan sorumlu olan hükümet, toplumun saygın her kesiminden yerel desteğe sahip olmalı. Vergi memurları, hakimler, genç polis memurları, din adamları, avukatlar, bankacılar ve en acısı mağdurların komşuları gibi.

Kurt’un makalesi 1915’te katledilen Antep Ermenileri üzerine. Makale 20. yüzyılın ilk soykırımında Osmanlı tarafından katledilen bir buçuk milyon Hıristiyan Ermeni’den sadece 20 bininin mallarına el konulmasına, tecavüze uğramasına ve öldürülmesine odaklanıyor.

Makale sadece Antep’ten sürgün edilen grupları ve geçici olarak canları bağışlananların hazin ümitlerini detaylandırmıyor, şehir yetkilileri ve köylüler tarafından yağmalanan ölüme gönderilen kişilerin mal ve mülklerini de listeliyor.

Böylelikle yerel suç ortakları çiftliklere, halep fıstığı bahçelerine, meyve bahçelerine, üzüm bağlarına, kahvehanelere, dükkânlara, su değirmenlerine, kilise mülklerine, okullara ve bir kütüphaneye el koydu. Resmi olarak buna “kamulaştırma” ya da “müsadere” denildi, fakat Ümit Kurt'un da belirttiği gibi, “çok sayıda insan, aynı zamanda bir suç ortaklığı çemberi olan bir kâr çemberinde birbirine bağlanmıştı”.

Kurt, Ermeni soykırımı ile Yahudi soykırımı veya modern Ortadoğu'da yaşanan katliamlar arasında hiçbir paralellik kurmuyor. Bununla birlikte, hiç kimse Kurt'un sözlerini, tarihin peşini bırakmadığı hayalet ordularını hatırlamaksızın okuyamaz: Nazi işgalindeki Fransa’nın işbirlikçileri, Varşova ve Krakow’daki Nazilerin Polonyalı işbirlikçileri ve IŞİD’in Yezidi kadınları köleleştirmesine ve Ninova Hıristiyanlarını yok etmesine izin veren on binlerce Sünni Müslüman sivili. Bu kurbanların mallarına da komşuları tarafından el konuldu, evleri yağmalandı ve malları onları koruması gereken yetkililer tarafından satıldı.

Kurt'un en güçlü iddialarından birisi, merkezi hükümetin vatandaşlarının desteği olmadan halkının azınlıklarından birisini yok etmeyi başaramayacağı: Osmanlı, 1915'teki sürgün emirlerinin icrası için Antep’in Müslümanlarına ihtiyaç duydu ve bunları öldürülmelerine yardım ettikleri kişilerin mal varlıkları ile ödüllendirdi.

Kurt, soykırım öncesinde Ermenilerin artan ekonomik gücüne de değiniyor. "Müslüman toplumun kıskançlığı ve kızgınlığı nifak ortamında merkezi bir rol oynadı" diye yazıyor. Bu yüzden, Osmanlı'nın “Ermenilerin düşmanlara yardım ettiği” iddialarını sürekli tekrarladılar. Tıpkı Hitler’in Komünistler ve Yahudiler için “bizi sırtımızdan bıçakladılar” demesi ve günümüz Ortadoğu'sunda hayatlarını kurtarmak için kaçan insanların İslam'a ihanet ettiğinin söylenerek “kafir” ilan edilmesi gibi.

Antep, diğer illerden gelen sürgün konvoylarının geçiş güzergâhındaydı. İlk etapta “yaralı, yaraları iltihap kapmış ve kıyafetleri yırtık pırtık 300 kadın ve çocuk” geldi. Ancak, zaman ilerledikçe şehirden geçen bu sürgün konvoyları vahşi bir acıya dönüştü: "Ermeni kız ve erkek çocukları kaçırıldı, kadınların eşyaları ve paraları yağmalandı, kadınlar jandarmaların ve devlet memurlarının aktif suç ortaklığıyla açıkça tecavüze uğradı."

Antep Ermenileri, tıpkı dindaşları soykırıma uğrarken kendilerine dokunulmayacağı zanneden Avrupalı Yahudiler gibi olası kaderlerine inanamıyordu. Bir tanık şöyle yazmış: “Her şeyin bizim etrafımızda gerçekleşmesine rağmen, devekuşu gibi kafasını kuma sokanların sayısı az değildi. Bu insanlar kendilerini mutlu olduklarına ikna ettiler ve benzer bir sürgünün Antep için mümkün olmadığına ve başlarına kötü bir şey gelmeyeceğine inanarak kendilerini aldatmaya çalıştılar.”

İlk olarak Ortodoks Hıristiyanlar gönderildi. 30 Temmuz'da, 50 Ermeni aileye 24 saat içinde gitmeleri emredildi. Tüm değerli eşyalarını geride bırakarak gönderildiler. Hayatta kalan birisi şunları hatırlıyor: “Komşularımız olan Türkler, evlerinde şarkı söylüyorlardı, onları duyabiliyordu…”

Bir hafta sonra, diğer 50 aile de sınır dışı edildi, bunlar yerel Ziraat Bankası’nın müdürünün yönettiği haydutların saldırısına uğradı. Antep'in içinde kadınlara tecavüze edildi ve bir kısmı yerel “haremlere” gönderildi. Bir muhtar 6 Ermeni çocuğu dağdan attı. Konvoylar gittikçe büyümeye başladı, örneğin 13 Ağustos'ta 1500 Antepli Ermeni trenle veya yaya olarak Halep ve Deyr ez-Zor'a gönderildi.

Sonra sıra Katolik Ermenilere, sonra da Protestan Ermenilere geldi. 600 Protestan ailenin yaklaşık 200'ü, Ocak 1916'da Deyr ez-Zor'da yok edildi.

Yerel Antep polis şefi gayretlerinden dolayı terfi ettirildi. Ermenilerin kaderine karar veren sözde “tehcir komitelerinde” Antep'in yerel milletvekili ve kardeşi, çeşitli yerel yetkililer, belediye başkanı, maliyeden iki yetkili, iki kadı, Antep mahkemesinin katibi, eski bir müftü, iki imam, iki ulema, iki köylü Şeyh, dini bir derneğin başkanı, bir doktor, bir avukat ve yetimhane müdürü vardı.

Kurt “Bu yerel saygın kişiler sürgünleri protesto etmek, savunmasızları saklamak ya da konvoyları durdurmak için hiçbir şey yapmadı” diye yazıyor. Antep’in 32 bin Ermeni'sinin 20 bini soykırımda yok edildi.

Ve günümüzde, Orta Doğu'da, komşuların aleyhine dönen bu kötülüğe benzer davranışları, Ninova’da İslamcıların Hıristiyan kızları zorla alıkoyması, Yezidi ailelerin paramparça edilmesi ve evlerinin Sünni milislerce yağmalanması gibi olayları biliyoruz. Tıpkı 1990'lı yıllarda Bosna'da, Sırp komşuların Müslüman yurttaşlarını katletmesi, kadınlarına tecavüz etmesi ve evlerine el koyması gibi.

Bu yeni bir şey değil, ancak çoğunlukla unuttuğumuz bir şey. Etnik temizlik, soykırım, toplu mezhep katliamları İstanbul, Berlin, Belgrad veya Musul'dan yönetilebilir. Bununla birlikte, savaş suçluları kendi projelerini tamamlamak için, bir Alman deyimiyle “tekerleği itmeye yardım edecek” kendi insanlarına ihtiyaç duyar…”

(INDEPENDENT – Robert FISK – Özet çeviri: Yüzleşme Atölyesi – 24 Mayıs 2018)