Voppa ve Spunta

Derya Beyatlı

Portekiz hakkında ne biliyorsunuz? Lizbon’a ayak basana kadar pek bir şey bilmiyordum ben. Gitmeden önce biraz hafızamı yokladım, Nandos’un peri peri soslu tavuğu, Sabor’un harika yemekleri, Nobel ödüllü yazar José Saramago ve Porto Şarabı dışında aklıma birşey gelmedi. Bir de, bir dönem Brüksel’de birlikte çalıştığım, sonradan izini kaybettiğim dostum Jorge.

Akdeniz ülkesi dedim ardından, bilmiş bilmiş. Meğer değilmiş, her ne kadar Akdeniz kültürü, mutfağı ve iklimi özellikleri taşısa da, kıyılarını Atlantik okyanusu kucaklıyormuş Portekiz’in, öğrendim.

‘Bir şehrin her şeyi mi güzel olur?’ diye soruyorum yol arkadaşıma. Lizbon’daki üçüncü gecemiz. Portekiz’e özgü Fado şarkıları eşliğinde folklör oyunlarını izliyoruz, şarap enfes. Kıyafetler bana bizim halk oyunları kostümlerimizi anımsatıyor hafif, müzik bir parça Opera’yı, figürlerse ufaktan Flamenko’yu.

Lizbon’un tatlı rüzgârı bana hep sevdiğim şehirlerden güzel anılar taşıyor zaten. Tejo nehrinin iki kıyısını birleştiren 25 Nisan köprüsü ve şehir vapurları İstanbul’u anımsatıyor, Jerenimos Manastırı Budapeşte’yi. Arnavut Kaldırımlı sokaklarında Lyon’u soluyorum, parlak renklerinde Barselona’yı.

İnsanı içten, güleryüzlü, sıcacık. Yeterince yüksek sesle ve tane tane konuşurlarsa dillerini anlayacağımı düşünüyorlar, içimi ısıtıyorlar. Bana Selanikli bir dostun annesini hatırlatıyor bu çabalar.

‘En özgü yemeğiniz ne ise, ondan istiyorum’ cümlesinin ardına önüme gelen tabaktaki Voppa balıkları ve Spunta patates, anne lezzetine yaklaşamasa da, oldukça iddialı. Beni Çatalköy’e, annemin kollarına taşıyor.

Sokaklarda ilk kez Bali’de tanıştığım, muhtemelen eski bir Portekiz sömürgesi olan Goa’dan aşırma üç tekerlekli Tuktuklar var. Hellime çok benzeyen bir peynir çeşidi ile karşılaşınca, özellikle şenleniyorum.

Ve martı çığlıkları, en sevdiğim ses.

‘Pastaleria’ isimli küçük pastahaneler her sokak arasına bir kaç tane gelecek şekilde serpiştirilmiş sanki. Lefkoşa tostcularının özgünlüğünde. Her sabah farklı bir Pastaleria’da, farklı bir Portekiz Böreği; ‘Salgados’ ile kahvaltı yapıyoruz. Üstüne meşhur tatlıları ‘Pasteis’ olmazsa olmazımız. Lezzet tarifsiz, tek bu keyif için dahi kalkıp buraya gelinir iddasını, her sabah, hiç usanmadan yineliyorum. 

Sanat sokağa çok taşmış, sanırım en sevdiğim yönü bu Lizbon’un. Binaların üzeri mavi beyaz mozaiklerle kaplanmış. Duvarlar, dükkanlar, restaurantlar, plajlar dahi rengarenk karikatürler, resimler, heykeller ile bezenmiş.

O kadar güzel esprilerle karşılaşıyorum ki sağda solda, sürekli bir kahkaha hallerindeyim. Yollarda şarkı söyleyen, dans eden insanlar. Saat sabahın üçü olmuş, ne gam? Şenlik bir türlü bitmiyor bu şehirde.

Portekiz porseleni ile ün yapmış. Karşımıza her yerde porselen kırlangıç, horoz ve sardelya bibloları çıkıyor. Sardelya’nın, Morino yanında en çok tüketilen balık çeşidi olduğunu anlamam fazla zamanımı almıyor. Biblolarla yetinmeyip duvarlara da taşan Horoz ve Kırlangıç’ın hikayelerini merak ediyorum, elimdeki gezi rehberi imdadıma yetişiyor hemen.   

Barcelos, Portekiz’in kuzeyinde minik bir kasabadır. Barcelos’un nüfuzlu yerlilerinden birinin verdiği bir akşam yemeği sırasında, evdeki gümüşlerin bir kısmı kaybolur. Olay mahkemeye taşınır. Davetliler arasında bulunan bir gezginin suçlu olduğuna karar veren hakim, kalemi kırar. Gezgin, gümüşler ile herhangi bir alakası olmadığını, masum olduğunu iddia eder. İddiasını kanıtlaması istenince, salondaki bir sepette bulunan pişmiş bir horozu işaret ederek ‘Suçsuzsam bu horoz dirilecek ve 3 kere ötecek’ der. Hakim ‘Hadi ötsün bakalım’ diye güler, gülmesi horozun ötüşü ile kesilir. Gezgin asılmaktan kurtulur, Barcelos Horozu da böylece Portekiz’in simgesi olur.

Kırlangıç veya ‘Andorinha’ ise Lizbon şehrinin simgesiymiş. Lizbon Belediyesi sokak lambaları üzerine işlemiş kırlangıcı, çok güzel bir görüntü elde etmiş. Lizbonlu denizciler, hep kıyıya yakın uçan kırlangıçları gördükleri zaman karanın yakın olduğunu anlarlarmış. Bu yüzden, kırlangıç yerel bağlara dönüşü, umudu ve özgürlüğü simgeler diyor gezi rehberim, Lizbonluların derinden bağlı olduğu değerleri. 

Miralles & Santos, ‘Dünyanın en güzel yeri burasıdır’ isimli romanında, edebiyatı, yemek, içmek ve uyumanın hemen yanında temel  ihtiyaçlar listesine dahil eder. Lizbon’un evsahipliği yaptığı Dünya’nın en eski ikinci restaurantı Tavares Rico ile 1732’de kurulan ilk kitabevi arasında 1 km kadar mesafe olduğunu fark edince bu iddiayı hatırlıyorum. Dünyanın en eski kitapçısı ise ilk gün rastgele daldığım ve Lizbonlu şair Fernando Pessoa’yı keşfettiğim Bertrand çıkıyor, gülümsetiyor.

Pessoa, ‘Sonsuza kadar bir başkası olmak’ şiiri ile karşılık veriyor gülümseyişime:

Seyahat etmek, ülke değiştirmek,
Sonsuza kadar bir başkası olmak,
Köksüz bir ruha sahip olmak,
Sadece gördükleri ile beslenmek...

Ben tekrarlıyorum, ‘Bir şehrin her şeyi mi güzel olur?’

2 Nisan 2015
Lizbon