Bazı konular vardır, tekrar tekrar yazmak zorunda hissederim kendimi. Bu zorunluluk sebebi ise aslında ülke siyasetinin sorumsuzluğundan kaynaklanır.
Trafikte verdiğimiz canlar bunlardan bir tanesidir. Bu nedenle, trafik ile ilgili “BUGÜN HANGİMİZ ÖLELİM” köşe yazımı burada en az 5 kez sizlerle paylaşmışımdır.
Diğer bir konu ise “Bizim eski binalar sağlamdır” yanılgımızdır. Toplumun çoğunlukla inandığı bir yanlış olan bu konuyu iki yıl önce, 10 Ekim 2018 tarihinde yazdığım bir köşe yazısı ile ele almıştım:
Bu ülkede “OLASI BİR DEPREMDE 99 ÖNCESİ YAPILAN KAÇ BİNAMIZ AYAKTA KALACAK” diye sormuştum yazıda. Toplumda kabul edilenin aksine 99 öncesi yapılan binalar sağlam değildi. Neden sağlam olmadığını, sebepleriyle birlikte tek tek ele almıştık.
Yazıyı yazdıktan sonra içime bir kurt düştü. Acaba ben mi yanlış açıdan bakıyorum diye kendimden şüphelendim. Ve özellikle tecrübesi tartışmasız olan inşaat mühendisi büyüklerime danışma gereği hissettim. Hepsi hemfikirdi. Hiçbiri yazının yanlış olduğunu düşünmüyordu.
Şimdi sizden 1999 yılında İstanbul’un hazırlıksız yakalandığı depremi düşünmenizi istiyorum. Ardından da dün İzmir’in hazırlıksız yakalandığı depremi hayal etmenizi istiyorum.
Ve şimdi de benzer depremin uyarılarımıza rağmen hazırlıksız olan adanın kuzeyinde de yaşandığını gözünüzün önüne getirmenizi rica ediyorum.
Siz bunu hayal ederken ben de 2 yıl önce yazdığım köşe yazısını, bugüne kadar bu konuda hiçbir adım atılmadığı için kelimesi kelimesine aynen paylaşıyorum:
---
“1999 yılında Gölcük Depremi olduğunda Türkiye’deydim. Annemlerle birlikte Ankara’nın hemen dışında bulunan Delice köyündeydik. Hayat adeta durmuştu ve biz bir hafta boyunca evde kalmıştık. Televizyon ve gazetelerde hep bu dehşet verici olayın haberleri vardı. Sabah kalkınca bu acı olayın ve ölümlerin haberini okuyor, televizyonda izliyor ve sonra da büyüklerin konu hakkında konuşmalarını dinliyordum. Bu olay çocuk yaşımda beni geceleri kabuslar görecek kadar derinden etkilemişti.
Tabii bu talihsiz olay sadece deprem bölgesinin değil tüm Türkiye’nin yaşadığı büyük bir kâbustu. Ülke depreme hazırlıksızdı. İnşaat sektörünü ciddiye almamış ve önlemler ülkede hiçbir zaman bir deprem yaşanmayacakmış gibi eksik bırakılmıştı.
Bu talihsiz olaydan sonra Türkiye deprem konusunda akıllandı. Öncelikle yeni binaları için 1975’den kalan deprem yönetmeliğini yeniledi. Şükürler olsun ki bu yönetmelik bizde de uygulandı. Ardından yapı denetimi güçlendirildi. Ve son olarak da kentsel dönüşüm ile deprem riski olan bölgeler tek tek ele alınmaya başlandı.
Bu son cümleyi yazarken pek çok arkadaşımın “rant” diye çığlık attığını duyar gibiyim. Aslında birkaç örnek göz önüne alındığında bu tepki anlaşılabilirdir. Ama Türkiye’de ve dünyada bu konu ile ilgili atılan diğer örnekleri ele alırsak, belki de ‘kentsel dönüşüm’ kelimesine ne kadar dogmatik bir şekilde yaklaştığımızı fark edebiliriz.
Mesela Eskişehir Büyükşehir Belediyesi'nde Yılmaz Hoca’nın yaptığı kentsel dönüşüm projesi bunlardan biridir. İstanbul Teknik Üniversitesi'yle birlikte yapılmakta olan bu kentsel dönüşüm projesi şehirciliğin doğum yeri olan Barselona’dan esinlenmiş ve yöresel bir yaklaşımla bunu şehrine uygulamayı tercih etmiştir.
Bu örnek bize gösterir ki kentsel dönüşüme bazı kötü örneklerden yola çıkarak körü körüne karşı çıkmak, çağdaşlıkla değil daha çok bağnazlıkla ilişkilendirilebilirdir.
Dahası kötü niyetle uygulandığı örneklerde bile bu yöntem ile Türkiye’de deprem anında yıkılma riski yüksek olan konut stokunun büyük bir kısmı yenilenmiştir. Kötü yaşam standartları, yaşamın hiç olmamasından bir nebze daha iyidir.
Şimdi bu noktada dönüp ülkemizde 1960’dan başlayarak 1999 depremine kadar yapılan apartman bloklarına bakalım:
- Sanılanın aksine bu apartman blokları “daha sağlam” değiller. Türkiye’de 1999 yılında yaşanan depremden dolayı yenilenen deprem yönetmeliğine uymuyorlar.
- Bugün yapabileceğiniz en dar kolon 25 cm iken, bu binaların pek çoğunda 20 cm kolonlar bulunuyor.
- Dahası bu 20 cm kolonların pek çoğunun ortasından yağmur suyu boruları geçiyor. Bu borular betonun terlemesine ve içerisindeki demirin güçsüzleşmesine sebep oluyor.
- Bunlar da yetmezmiş gibi on yıllar boyunca bu binaların kolon filizlerini çatıda açık bırakmışız. Neymiş efendim, ileride yeni kat çıkacak olursak devam edecekmişiz. Bu filizler yıllar içinde su ve nemi kolonların içine kadar taşımış ve güçsüzleştirmişlerdir.
- En iyi betonarme bina, çok iyi bakımı yapıldığında bile en fazla 100 yıl sağlam kalabilirken, bu binaların çoğu yukarıda bahsettiğimiz zayıflamalara 50 yıl boyunca maruz kalmış.
Sonuç olarak ortaya ciddi anlamda bir hayatımızı tehlikeye atan bir yapı çıkmış durumda. Ben dahil pek çoğumuz bu binalarda yaşıyor ve hayatımızı tehlikeye sokuyoruz.
Tabii bugüne kadar büyük ölçekte bir deprem olmadığı için şu anda konuşulan bu tehlike ülke yöneticilerimizin gündeminde önemli bir noktada olmayabilir. Emin olun 1999 öncesinde de Türkiye’deki yöneticiler büyük bir depremin ihtimalini olası görmemişler ve bundan dolayı konunun üzerine pek de düşmemişlerdi.
Muhtemelen bana yine “liberal” veya “rantçı” diyecekler ama hayatımızı tehlikeye atan bu mevcut durumda sessiz kalmayı vicdanım el vermiyor. O yüzden üzerine basarak söyleyeceğim ki BİZİM BU ÜLKEDE KENTSEL DÖNÜŞÜME İH-Tİ-YA-CI-MIZ VAR-DIR!
Acilen KTMMOB İnşaat Mühendisleri Odası ile hükümet bir protokol yapılmalı ve özel mülk dahi olsa yeni deprem yönetmeliği öncesi yapılan binaların statik sağlamlığı test edilmeye başlanmalıdır. Risk taşıyan binaların, mülk sahipleri tarafından tadilat edilmesi talep edilmeli, eğer bu yapılamıyorsa da imar araçlarını kullanarak kentsel dönüşüm kapsamında devlet bu binaları kendi yenilemelidir.
Unutmamalıyız ki Türkiye 1999 Gölcük Depremi'nden önce en büyük depremini 1976 yılında Muradiye’de yaşamıştır. Fakat 1999 yılından sonra yapı denetimi, yeni deprem yönetmeliği ve Risk Alanları Kentsel Dönüşüm Politikaları ile yeniden gelebilecek bir depremin önlemlerini almaya başlamıştır.
Biz de ülkemizde, bakanlar kurulu ve meclis kararlarıyla önlemlerimizi almaya başlamalıyız. Aksi takdirde olası bir deprem sonrasında sadece sonuçlarla değil, aynı zamanda vicdanımızla baş başa kalabiliriz.”