Hasan Yıkıcı
Kıbrıslı Türk siyasal yaşantısının çok da gündeminde olmayan ve “ne de olsa oy getirmez” mantığının hakim olduğu konformist siyasal kültürün ilgi alanına girmeyen emek alanındaki ama özellikle de yabancı işgücünde yaşanan gelişmeler, deneyimler ve dönüşümler artık bu konunun üzerinde durulması gerekliliğini yüzümüze vurmaktadır.
Son yıllarda lokantalarda, cafelerde, hotellerde, inşaatlarda ve evlerde vb. alanlarda Türkiye dışından gelen yabancı işgücünün gittikçe artmakta olduğunu gözle görünür bir şekilde fark etmekteyiz. Bu çalışanların, genellikle inşaatlarda veya küçük çaplı sanayi işlerinde görmeye alışık olduğumuz Türkiyeli işçilerin dahi yavaş yavaş yerine geçtiklerini gözlemlemekteyiz. Böyle bir sınıf içi dönüşüm gerek nedenleri, gerekse de sonuçları itibariyle hem yüzleşmemiz gereken unsurları hem de özellikle sol siyaset açısından bu sürece nasıl müdahale edilebileceğiyle ilgili soru işaretlerini karşımıza çıkartmaktadır. Fakat en önemlisi de emek süreçlerindeki kabuk değişiminin ortaya çıkarttığı insani ve yaşamsal aşınmalar-tahribatlardır.
Sermaye kesimlerinin aç gözlülüğü ve emeğe ayıracakları payı olabildiğince kısarak, kâr marjlarını olabildiğince maksimum etme arzuları, sermayenin yabancı işgücüne duyduğu ihtiyacı da arttırmaktadır. Dolayısıyla yabancı işgücü toplumsal bir ihtiyaçtan değil, sermaye kesiminin daha fazla kâr arzusundan kaynaklanan suni bir ihtiyaçtır. Fakat suni olduğu kadar da hakiki ve çoğu zaman da yıkıcı bir dönüşümü ifade etmektedir.
Bu yazıda kısaca bunlara değinmeye çalışıp masaya belli başlı tartışma başlıkları açmak niyetindeyim.
Rakamlarla dönüşümün boyutları*
Sosyal Sigorta verilerine göre 2012 yılından 2016’ya kadar gerek TC uyruklu gerekse de uzak ülkeden gelen çalışma izinlilerin sayılarında artış yaşanmaktadır. Üçüncü ülkelerden en yoğun işçi akışı ise Pakistan, Türkmenistan ve Bangladeş’ten yaşanmaktadır.
Tablo 1:
Tablo 2:
Çalışanların çalışma alanları ve faaliyetlerine baktığımızda ise karşımıza çıkan tablodan uzak ülkelerden gelen işgücünün ülkedeki en ağır, çalışma saatleri uzun ve ‘pis’ denebilecek işleri yaptıklarını görmekteyiz. Sosyal sigortalardan aldığımız ve 2017 Temmuz ayına kadar olan rakamları yansıtan verilere göre genel tablo şöyle:
Tablo 3: Uzak ülkelerden gelen çalışanlar
Uzak ülkelerden gelen işçiler arasında 18-30 yaş aralığında olanların sayısı ise toplam 5651’dir (Kadın: 2082, Erkek: 3569) Özellikle ülkemize okumak için gelen ve daha sonra işçi olarak hayata tutunmaya çalışan kesimin yoğunluğuna dair bu rakam bize iyi bir kaynak teşkil etmektedir. Kaldı ki kayıt dışı-kaçak çalıştırılan öğrencilerin de sayısının oldukça fazla olduğu tahmin edilmektedir.
2016 yılındaki rakamlara bakacak olursak ise DPÖ’nün Ekim 2016 Hane Halkı İş Gücü Anketi sonuçlarına göre toplam istihdam sayısı 118.387 kişidir. Öte yandan Sosyal Sigortalar’ın yabancı işgücü rakamlarına baktığımızda ise bu rakam 15.172 uzak ülke, 41.481’i Türkiye olmak üzere toplam 56.653’dür. DPÖ’nün açıklamış olduğu rakamın içerisine kayıtsız olan çalışanlar da eklenmiştir. Bu rakam da toplam 6.427’dir. Yani kayıtlı toplam 111.963 kişi vardır. Bunların 56.653’ü yani yarıdan fazlası ise çalışma izniyle çalışan işgücüdür. Çalışma izinsiz çalışan, vatandaşların sayısı ise toplam 55.310 kişidir. 111.963 kişinin, Sosyal Sigorta verilerine göre 80.794 kişisi ise özel sektörde çalışmaktadır. 56.653 çalışma izinli olduğunu düşündüğümüzde, özel sektörde çalışan vatandaşların sayısını 24.141 olarak buluruz.
Kıbrıs gazetesinin 4 Aralık 2017 tarihli Ekonomi Eki’nde yayınlanan verilere göre ise Çalışma Dairesi’nin Ocak-Ağustos ayları arasında yaptığı iş teftişlerinde iş yerlerinde çalışanların %75’inin yabancı işçi olduğu tespit edildi. Bu teftişlerde kaçak işçi oranı %11.1 olarak belirlendi.
İş cinayetlerinde ise durum çok daha vahimdir. DEV-İŞ’İn rakamlarına göre 2017 yılı içerisinde gerçekleşen iş cinayetlerine baktığımızda 7 vakanın 5’inde uzak ülkelerden gelen çalışanların hayatlarını kaybettiğini, diğer hayatlarını kaybedenlerin ise TC uyruklu olduğunu görürüz.
Rakamların ötesi
Bu rakamlar bize çok şey söylemektedir. Memur olmaya alıştırılmış ve mahkum bırakılmış, bunu dönüştürmek için de yeterli mücadeleleri geliştirememiş ve bununla barışık kalmış bir toplumda, artık çalışma hayatının neredeyse yarısından fazlasını yabancı işgücü oluşturmaktadır. Ülkemizdeki emek süreçleri kamu-özel ve kadın-erkek ayrımlarının yanında çok bariz ve derinlemesine bir şekilde derinleşen yabancı-yerli işgücü olarak da ayrışmaktadır.** Özel sektördeki sermaye kesimlerinin ucuz işgücü ve doymak bilmez kâr iştahları, devletin ve hükümet edenlerin bilinçli bir şekilde bugüne dek emek ve çalışma hayatına dair gerçek-toplumsal ihtiyaçlar üzerinden planlama ve strateji geliştirmemesi ve yerel istihdama öncelik verilecek koşulların sağlanmaması, bunun istenmemesi günün sonunda gittikçe artan ve sadece sömürülecek köleler olarak görülen yabancı işgücü oranlarını ortaya çıkartmıştır.
Bu rakamların arkasında neredeyse kimsenin ilgisini çekmeyen trajediler ve yaşamlar vardır. Çalışma yaşamında, emekçiler açısından özellikle de özel sektör için kaos koşullarının hüküm sürdüğünü söylemek abartı olmayacaktır. 2008 yılında CTP tarafından yabancıların ihtiyat sandığı primlerinin de kaldırılması, fakat yabancılardan kesinti yapılmaya devam edilerek söz konusu kesintilerin de yerli istihdamı teşvik fonuna yatırılması da devlet tarafından uygulanan bariz bir ayrımcılık örneğidir.
Yabancı işçiler dilini, yasalarını bilmediği bir ülkede, tamamen güvencesiz ve korumasız koşullarda çalışmakta, hayatlarını sürdürmeye devem etmekteler. Bu insanlar kandırılmakta, yasa dışı bir şekilde çalıştırılmakta, çoğu zaman kaydı yapılmamakta, uzun saatler boyunca işletilmekte, sık sık asgari ücretin dahi altında ödenmekte, bazen ödenmemekte, iki odalı evlerde 6-7 kişi kalmakta, bir bürokratın şahit olduğu gibi kümeslerde dahi barınabilmekte, iliklerine kadar sömürülmekte ve insan yerine konmamaktadırlar. Bunun da ötesinde ya ciddi bir yabancı yalnızlığı çekmekte ya da kendi cemaati içerisinde kısıtlı da olsa sosyal ilişkiler kurabilmektedir. Fakat mutlak süreçte gündelik hayat pratiklerinden uzakta, sosyal yaşamın kıyısında kendilerine dair yaşam süreçleri inşa etmeye çalışmaktadırlar. Özellikle hafta sonları, Pazar günleri Lefkoşa’nın içinde bir gezinti yapmak, surlar üstünde Çetinkaya sahasının orada gezinmek bile, kentin bir günde nasıl çoğunluğu uzak doğulu olan enternasyonal bir kent haline dönüştüğünü fark etmenizi sağlayabilir. Hafta içleri acımasız bir çarkın dişlileri arasında ezilen emekçiler, Pazar günleri az da olsa nefes alabilmektedir.
Öğrenci emeği
Öğrenci emeği üç anlamda işverenler için ‘kullanışlı bir alan’ sağlamaktadır. Bunlar, öğrencinin part-time adı altında çok düşük ücretlere çalıştırılması, adaya çalışan olarak gelmediğinden dolayı doğrudan kayıtsız-kaçak bir şekilde emek sürecine dahil olabilecek koşulların olması yani öğrencinin ülkede bulunuyor olması ve işverenin yabancı işgücü enflasyonuna sırtını dayayarak, sirkülasyon uygulaması, sürekli işçi değiştirmesi ve giderlerini sürekli aynı noktada tutması. Angarya çalıştırmaya kadar varan süreçler, sadece emek kesimlerinin kırılganlığını, güvencesizliğini değil aynı zamanda sermaye kesiminin acımasızlığını da göstermektedir. Bugün sadece Lefkoşa’nın içinde bile küçük bir sabah gezintisi pek çok inşaatta özellikle siyahi öğrencilerin çalıştırıldığına şahit olmak için bile yeterlidir.
Kıbrıslılık ve aciz orta sınıfın burjuva düşleri
Yazının girişinde siyasete hakim olan kültürün orta sınıf ve konformist bir kültür olduğunun altını çizmiştim. Bu durum aynı zamanda geleneksel Kıbrıslı Türk orta sınıfının da hakim kültürü, yani toplumsal alışkanlıkların ve yaşantıların, düşlerin, arzuların belirlediği bir durumdur. Yani sosyolojik ve toplumsal bir o kadar da ontolojik bir durum. Eğer bir Kıbrıslılık varsa bunun bileşenlerinden iki olgu da kendi geliri ve hayat standartlarının çok daha üzerinde bir hayat yaşama arzusudur. Bu iki olgu da Kıbrıslı Türk orta kesimin ve onun siyasetinin yabancı işçilere yaklaşımını da şekillendirmekte. Emekçi kesimin çoğunluğunu oluşturan Türkiyeli göçmenlere yönelik en basit anlamda kötü duyguların aynı şekilde uzak ülkelerden gelen emekçiler için de geçerli olduğunu gözlemleyebiliriz. Fakat bir farkla! İktidar ilişkileri bağlamında Kıbrıslı Türk orta sınıfı Türkiyeli bir göçmeni kölesi veya hizmetçisi olarak görmedi. Kıbrıslılığın gözünde Türkiyeli öteki istenmeyen, nefret edilen, hınç duyulan, ‘kültürümüzü bozan’, zaman zaman çatışılan ama yine de kötü ve pis işleri yapan kişiydi. Dolayısıyla ortada bir gerilim vardı. Fakat uzak ülkeden gelen işçi söz konusu olduğunda, Kıbrıslılığın Türkiyeli işçi üzerinde kuramadığı bir şeyi kurmaya çalıştığını gözlemlemekteyiz: İktidar! Türkiyeli işçiden farklı olarak, uzak ülkeden gelen işçi, bir köledir, hizmetçidir, bakıcıdır, kendisine itaat etmesi gereken bir ‘şeydir’! Türkiye’den gelen göçmen aynı zamanda bir tehdit iken, uzak ülkeden gelen işçi sadece hizmetkârdır. Bu ilişkiler bizlere Kıbrıslı Türk orta sınıfının ontolojik durumuna dair ciddi örnekler vermektedir. Geçen aylarda sosyal medyada sıkça paylaşılan ve siyahi öğrencilerin taşıdıkları çocuğun sünnet töreni ve Mağusa’da Zizzi Pizza’da yaşanan trajedi bu durumun bilinen örneklerinden.
Yeni yollar keşfedilmeli
Ülke genelinde bir planlama ve ihtiyaçların belirlenmesi gerçekleşmeden çalışma hayatına dair kalıcı adımlar atılabileceğini düşünmüyorum. Bununla birlikte özel sektörde koşulların iyileştirilmesi, tatmin edici ücretler ve sosyal haklar hayata geçmediği sürece de yerli istihdam hiçbir zaman gelişemeyecek, buna paralel olarak da yabancı işgücü artmaya devam edecek. Bu noktada işçi sendikalarının da –her ne kadar maksimum güvencesizlik koşullarında çok zor olsa da- yabancı işgücüyle temaslarını geliştirmesi ve örgütleyebilmeyi başarması elzemdir. Hukuksal yardımdan tutun da sosyal hayatlarının geliştirilmesine dair yabancı işgücüyle işyeri dışında temas kurulabilecek birçok bağlam vardır. Açıkça şunu ifade etmekte yarar var. Özellikle memur kesimini oluşturan, devlet dairelerinde ve belediyelerde çalışan geleneksel orta sınıflar toplumsal mücadeleler anlamında yeni kazanımlar veya atılımlar sağlayabilecek konumda değildir. Bu kesimler artık sadece savunma konumunda kalabilirler. Bugün sendikaların yaşadığı krizin bir ayağı da, sendikaların geleneksel orta kesimler dışında başka hiçbir örgütlülük ve mücadele deneyimlerinin olmamasıdır. Orta sınıftın burjuva hayallerine dalması, sendikaların da bürokratlaşması ve yozlaşmasını getirmiştir. Bu ilişki birbirini besleyerek devam etmektedir. Fakat her iki kesim de içten içe kendini yok etmektedir. Dolayısıyla yeni bir sendikal ve toplumsal atılımın adresi, çoğunluğunu yabancı işçilerin oluşturduğu inşaattan tutun da medya, banka gibi sektörlere kadar, bu kesimlerden gelecek bir atılım olacaktır. Bunu örecek ve örgütleyecek yeni yollar keşfedilmediği sürece, politik anlamda da pratik anlamda da örgütsüzlük ve umutsuzluk hakim olacaktır.
*Tablo 1’deki rakamlar 12. Kasım. 2017 tarihli Kıbrıs gazetesinden alınmıştır.
**Bu ayrışmaların gelişmeye devam eden bir boyutu da yeni emek kesimleri ile geleneksel çalışan kesimler arasındaki ayrışmadır. Özellikle göç yasası gibi yasalarla şekillenen bu ayrışma orta kesimleri daha alt kesimlere yaklaştırmaktadır.) Belli, başlı noktaları sıralamakta fayda var.