Alman hukukçu ve yazar Bernahrd Schlink “Ütopya olarak Yurt” (Heimat als Utopie) başlıklı çalışmasında “yabancılaşma” konusunu ele alıyor. Schlink önce bazı saptamalarda bulunuyor, sonra da ilginç sorular sorup yanıtlar arıyor.
Saptamalar şöyle: “Yeni eyaletlerden (eski Doğu Almanya eyaletleri kastediliyor NK) karşılaştığım Almanlar bana sık sık kendilerini sürgünde hissettiklerini söylüyorlar. Oysa aynı mekanlarda yaşıyor, aynı fabrikalarda çalışıyorlar. Yine de her şeyin değiştiğini, kendilerine yabancı olduğunu söylüyorlar. En önemlisi, her şey sadece değişmiş değil, başkaları tarafından değiştirilmiştir. Yaşadıkları yerler kendi katkıları olmadan ve kendi iradelerine rağmen değiştirildiğinden, kendilerine yabancı hale gelmiş. Bu yüzden sürgünde yaşadıklarını düşünüyorlar. Gurbette yaşıyorlar yani.”
Bernhard Schlink, bu tepkiler karşısında hayretini gizlemiyor ve “kendilerini neden sürgünde hissettiklerini anlıyorum ama yine de böyle bir bağ kurmak alışılageldik bir şey değil” diyor. Çünkü Schlink’e göre, “sürgün kavramı esas itibarıyla insanın terk etmek zorunda kaldığı yurdundan ayrı düşmesi” anlamına geliyor.
Kısacası, “Yurt” kavramı “Sürgün” kavramı ile tezat oluşturuyor. Sürgün kişi belirli bir zorunluluk ya da zorluktan ötürü yurdunu terk eder ve bir gün oraya (yurduna) dönme hayali içinde yaşar. Oysa bu insanlar ne bir yerden kaçmak zorunda kalmışlardır, ne de dönecekleri bir yerleri vardır. Şöyle soruyor Schlink: “Peki, yeni eyaletlerde yaşayan ve kendini sürgünde hisseden Almanların yurdu neresidir? Hangi sınırların arkasındadır? Tabii ki hiç bir yerde. O halde, hiç bir yerden kaçmayan ve özlemle dönmek istedikleri başka bir yeri (yurdu) olmayan insanlar kendilerini neden sürgünde hissediyorlar ya da hissettikleri şeye neden “sürgün” adını takıyorlar?
İşte, Bernhard Schlink’in inatla yanıtını aradığı soru budur ve bu soruya şu yanıtı veriyor: “sürgün, yabancı diyarlarda yaşamaktır, yabancıların belirlediği bir ortamda yaşamaktır”. Yani, yabancılaşmış bir hayattır sürgünün hayatı. Bu bağlamda sürgün yabancılaşma deneyimi için kullanılan bir metafordur.
Yabancılaşmanın elbette bir sürü nedeni vardır ve belli bir mekanla sınırlı olmadığı gibi, evrensel bir olgudur da. Fakat bu bağlamda yabancılaşmanın öne çıkan özelliği şudur: kendi iradeniz olmadan her şeyin değişmesi, değiştirilmesi ve kurallarını başkalarının belirlediği bir ortamda yaşamak.
Kıbrıs Türk toplumunda olup bitenlere, dayatılan kurallara, düşürülen ve kurulan hükümetlere, dikilen otellere, yarılan dağ ve denizlere vs. baktığımız zaman, Kıbrıslı Türklerin iradesi olmadan yaşanan büyük değişiklikler ve haliyle yabancılaşma dikkatimizi çeker. Kendi memleketlerinde adeta gurbette yaşıyorlar. Hatta bir kısmı Japon turistleri gibi, kendi iradeleri olmadan çevrelerinde gerçekleşen bu büyük değişiklikleri fotoğraflamak için meraklanıyorlar.
Kısacası, yabancılaşma ve onun ikizi olan sürgün hali, insan topluluklarının yaşadıkları ortamların ve koşulların kendi iradeleri dışında belirlenmesinden kaynaklanıyor ve Kıbrıslı Türkler buna çarpıcı bir örnek oluşturuyor.
İlginçtir, Kıbrıslı Türklerin bütün umutlarını Taksim’e bağladıkları yıllarda Taksim’in ne anlama gelebileceğini çok önceden görenler vardı. Örneğin 18 Şubat 1957 tarihli Alithia gazetesi Kıbrıslı Türklerin zayıf ekonomik durumuna gönderme yaparak şöyle diyordu: “Kıbrıs’ın Taksimi halinde Türkler 30–40 sene zarfında yok olacaklardır.” Başka bir örnek de, Enosise karşı çıkarak Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yaşatılmasını savunan ünlü işadamı Nikos Lanitis’in 1963 yılında yazdığı ve Kıbrıslı Rumları eleştirdiği yazı dizisinde Kıbrıslı Türklere dair söyledikleridir: “Türkler Rumları bölünmüşlükle tehdit ediyorlar. Oysa adanın bölünmesi Türkler için Rumlardan daha büyük bir tehlike oluşturuyor, çünkü ya Türkiye ile birleşip Türkiye tarafından yönetilecekler ya da küçük bağımsız bir devlet olacaklar. Bunların hiç biri gelecek vaat etmiyor.”