Dün çok yoğun biçimde yağan yağmur, adamızın güneyinde ve kuzeyinde Kayıplar Komitesi kazı ekipleri tarafından yürütülmekte olan ve gerek 1963-64, gerekse 1974’te “kayıp” edilmiş olan Kıbrıslıtürkler’le Kıbrıslırumlar’ın gömü yerlerinin aranmakta olduğu kazıları da etkiledi.
Konuyla ilgili olarak Kayıplar Komitesi Kıbrıslıtürk Üye Ofisi Kazılar Koordinatör Yardımcısı Arkeolog Erge Yurtdaş’tan aldığımız bilgilere göre, yoğun yağışlar ve bu yağışların yol açtığı arazilerdeki çamurlanma nedeniyle kazılara bir günlüğüne ara verildi. Bugün yağış durumuna ve arazilerin çamurlanma durumuna bakılarak, kazılara başlanıp başlanamayacağına karar verilecek…
Meteoroloji raporlarına göre, üç gün boyunca yoğun yağışların devam etmesi bekleniyor…
Kayıplar Komitesi geçen hafta içerisinde Yipsu’da (İpsoz/Akova), Lapta’da, Mağusa’da Ayluga göletinde, Ayguruş’ta (Ayios Amvrosios/Esentepe), Templos’ta (Temroz/Zeytinlik), Girne Boğazı’nda ve Trulli’de kazılar yürütmekteydi. Girne Boğazı'ndaki kazının tamamlanmış olduğu da öğrenildi, bu kazıda herhangi bir ize rastlanmadı…
GEÇMİŞLE YÜZLEŞME KONUSUNDA NE TÜR SORUNLAR YAŞANIYOR?
“Ölüler saygıyı hakediyor, yas tutma hakkımız engellenmesin…”
Evrim Kepenek
Bir evde ölü varken komşu evin televizyonunu açmadığı, yüksek sesle müzik dinlenmediği toplumsal yapının bugün geldiği nokta her açıdan ürkütücü…
Nekropolitika/ Ölüm siyaseti…
Şimdi bu yazdığım ilk cümleye bakıp belki de “ölüm siyaseti” de olur mu diyeceksiniz? Emin olun, oluyormuş.
Kürtseniz mesela oluyor. Göçmenseniz oluyor. Kadınsanız, olmaz olur mu? Yine oluyor. LGBT+ iseniz kesin oluyor. Yaşarken görmediğiniz eşitsizlik öldüğünüzde daha da katmerleniyor. Öldürülmüş olmanız eşit gömülme hakkını almanızı sağlamıyor.
Nekropolitika/ Ölüm siyaseti, akademide onlarca cümle ile anlatılabilir de benim anladığım kim olduğunuza, cinsiyetinize, kimliğinize bağlı olarak öldüğünüzde dahi eşitlenme hakkınızın sistemli politikalarca elinizde alınması.
Bir açıdan da sadece sizin cansız bedeninize yapılan bir işkence değil, aynı zamanda, sizin yasınızı tutmak isteyenlerin elinden yas tutma hakkının da alınması demek.
Özetle, canını kaybedene de kaybedilen cana üzülene de çok yönlü bir hak ihlali, çok yönlü işkence…
Acılar kadar mücadele de ortak
Tam bu nedenle Türkiye’de Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi’nin geçen haftasonu (7-8 Ekim) İstanbul Şişli’de Nazım Hikmet Kültür Evi’nde düzenlediği “Ölüye Saygısızlık ve Adalet Konferansı” bir çok açıdan yazılmaya değer.
Konferansta bir çok kesimden aktivist bu alanda yaşadıklarını hak ihlallerini anlattı.
Sadece Türkiye’den değil, Bosna’dan, Lübnan’dan, Filistin’den gelenlerin anlattıkları acılar kadar mücadelelerin de benzer olduğunu bir kez daha gösterdi.
Konferansın açılış konuşmasını yapan Zorla Kaybetmelere Karşı Avrupa Akdeniz Federasyonu (FEMED) Başkanı Nassera Dutuor mesela. Kendi hikayesini anlatan Dutuor, Cumartesi Anneleri/İnsanları’nın kayıplar mücadelesini yakından tanıyan isimlerden. Kendi eşi de kaçırıldıktan sonra mücadeleye başlayan Dutuor, “geride kalanlara çifte işkence” yapıldığını söylüyor.
“Cesetsiz ölüler”
Dutuor’un ne kadar haklı olduğunu, konferansın sonraki oturumlarındaki tanıkların konuşmasından da anlıyoruz. Mesela, Diyarbakır’dan gelen ve çocukları 2015’te Sur’daki sokağa çıkma yasaklarında öldürülen Barış Anneleri, “Çocuklarımızı öldürdüler, daha bizden ne istiyorlar? Cansız bedenlerini bile vermiyorlar” diyorlar.
Konferans boyunca sadece bir kesime değil, iktidara, “meşru” olarak çizilen “sunni, erkek, Türk” tipolojisine uymayan hemen her kesime “ölüyü cezalandırma” işkencesinin yapılabileceğini anlıyorsunuz.
Mesela, mülteciler…
Evet göçmen Taha Elgazi, bir çok göçmenin cenazesine ulaşamadıklarını, dini ritüellerini yerine getiremediklerini anlatıyor. Ege Denizi’deki mezarsız ölüleri anlatıyor, Van gölünde kaybolanları örnek gösteriyor.
“BM raporu. 2022'de ilk altı ayda 934 Suriyeli ölü ama cesetsiz. Aynı zamanda da maalesef 2021'de 3 bin 231 kişi ölü kayıtlarında ama cesedi bulunmadı. 2019'da 1510 kişi, 2018'de 2277 kişi. Bunlar BM'nin resmi verileri” diyor.
Elgazi’nin göçmen ölümlerini “cesetsiz ölü” olarak tanımlaması dikkat çekiyor.
Ermeniler mesela… Ermeniler de ölüyü gömme hakları ellerinden alınmış bir halk. Mezarlıklarının üzerine, tuvaletler yapılmış. Konferansta bu konuyu Murad Mıhçı anlatıyor. “Makbul olmayan” her yurttaşın ve ailesinin başına gelebilir bu durum.
Bir evde ölü varken komşu evin televizyonunu açmadığı, yüksek sesle müzik dinlenmediği toplumsal yapının bugün geldiği nokta her açıdan ürkütücü…
İki gün süren, 30’a yakın ismin, ölüye saygı ve saygısızlığı konuştuğu konferans boyunca görüyoruz ki konu ne medyanın ne de kamuoyunun dikkatini çok çekiyor. Oysa, daha çok anlatılmaya ve gündemleştirilmeye ihtiyacı var.
Ne de olsa yeme, içme gibi ölünün gömülme hakkı, ölünün arkasından yas tutma hakkı, en doğal haklarımızdan, en insani yanlarımızdan… Ölüler saygıyı hak ediyor, yas tutma hakkı engellenmesin!
(BİANET.ORG – Evrim KEPENEK – 15.10.2022)
BİR KİTAP…
Defne Suman’dan hem Türkçe, hem Yunanca “Emanet Zaman…”
Ayşen Tekşen
Uzun zamandır roman okumuyor, film izlemiyorum. Hastalıklı bir şey. Çünkü duygular çok ağır geliyor. Yağmur damlası gibi bir dış keder bana vardığında gök gürültüsü, şimşek, bora haline geliyor. Sevinç ve öfke de. Çok yoruluyorum. Altından kalkamıyorum. İnsanlık halleri uzun zamandır kaçmaya çalıştığım bir şey. Olaylarla duygu değil akıl düzeyinde baş edebiliyorum ancak. Ve elbette biliyorum bu halimle bana “insan” denemeyeceğini. Ama çoktan öğrendim kendimle kavga etmemeyi, akışına bırakmayı. Hep Adalet Ağaoğlu avuttu beni: “her şey olması gerektiği gibi olmaktadır efendim” ve bir “insan neden içinde hiç balık olmadığını bildiği göle olta salar ki?” Ruhumun bu kararının da vardır bir nedeni elbette. Gün gelir anlarız.
Yaklaşık bir yıl önce George Poulimenos “bu kitabı okumalısın, Yunancası da var Türkçesi de” dediğinde duymaza gelip, fikri kafamdan silmeye çalışmam işte hep bu yüzden. Ama hayat da Adalet hanımla aynı fikirde olsa gerek ki içinde balık olmadığını bildiği göle olta atmaktan vazgeçmedi ve şu hayatta bana istediğini yaptırma becerisine sahip nadir insanlardan kardeşim, dostum Oğuz da bu kitabı okusana diye karşıma çıktı. Ve çekirge daha fazla zıplayamadı.
Öncelikle kitap beğenisinin öznel olduğuna inanır ve tavsiyede çekimser davranırım. Amacım size “ahh bunu okuyun, harika kitap” demek değil. Öyle bir yaklaşım kitaba haksızlık olur. Ben sadece bir saygı duruşunda bulunmak istiyorum. Yazara, var olduklarından ve o olayları yaşadıklarından emin olduğum bütün o insanlara ve bu büyülü şehre, Smirna’ya “namaste” demek istiyorum.
Kitabın adı Emanet Zaman ve yazarı da Defne Suman. Yunancada Şehrazat’ın Suskunluğu diye basılmış sanırım. 1905-1922 arası İzmir masalı. Roman demek ne kadar doğru bilmiyorum çünkü çok derin bir araştırmanın ürünü olduğu belli. Sokak, dükkan, bina adları, tarihsel akış gerçekle birebir örtüşüyor. Öyle olunca da bu konuda önceden gelen tarih okumalarınız varsa olası bir çelişkiyle kitaptan kopmuyorsunuz. Bir anlamda, kitap kurgu olmaktan çıkıp sizi gerçeklik duygusuyla da beslediğinden etkisi daha da katlanıyor.
Bunlar önemli olsa da benim için değil. Kurtuluş Savaşı ve cumhuriyet tarihiyle ilgili bulabildiğim her şeyi okumama rağmen yerine oturmayan bir şeyler hep oldu. Her yerden edinilmiş çeşit çeşit “bilgi parçalarını” bir resim haline getirmeyi hiç beceremedim. Bilmek hayatı resmetmedi. Kültürpark’ın altında Ermeni kiliseleri, yetimhaneleri olduğunu hepimiz bildik. Ama o gün orada neler yaşandığını ruhumuzda, zihnimizde canlandırmayı ne kadar başarabildik? Bugün Altay stadının olduğu yerde genç kızların mezarlara saklandığını hayal edebildik mi? Evet bizim kızlarımıza tecavüz edildiğini, köylerimizin yakıldığını, ne eziyetler yaşandığını hep bildik. O aşina bir acıydı. Ya onların kızları?
Bu son cümle bile yeterince iğrenç. Onlar, biz, ötekiler. Defne’nin kitabıyla yıkmaya çalıştığı şey tam da buyken kendimi ifade edecek başka cümle kuramamam benim ayıbım. Defne bir şehri, o şehrin insanlarını ve o insanların acılarını/sevdalarını/umutlarını/dramlarını yazmış. Ama onunki bir mozaik değil bir ebru. Ayrı ayrı parçalar yan yana yapıştırılmamış; kendi iradeleriyle her şey birbirine sarılmış, birlikte vals yapmış, birleşmiş, birlikte başkalaşmış. Mozaikler kavga edebilir ama ebrular edemez çünkü sınırları yoktur. Birbirlerini suçlayamazlar sen benim sınırımı aştın diye. Hiçbir şeyi suçlayamazlar. Sadece birlikte eriyerek, yanarak oluşturdukları resimde sessizce bir duvarda durur ve koşullara göre ya haz vermesini ya da ibret olmasını umabilirler. Defne bu ebru tablosuyla katı bilgilerimize renkler, baharat kokuları, yumuşacık ve kaskatı dokular katmış. Vücut bulmuş her şey.
Amalarınız varsa, “onlar da…” diye başlayan cümleleriniz varsa, emperyalizmden medet ummak gerekiyorsa okumayın. Üzülürsünüz. (Ya da isterseniz okuyun belki başka bir dünya açılır önünüzde) Hoş fark etmiyor. Benim yoktu ama üzüntünün feriştahını yaşadım. Öte yandan delicesine umutlandım. Şehrazatlar, Defneler, Edithler, Sümbüller varsa, onların hikayeleri yazılabiliyorsa daha güzel bir dünya umudu hiç olmadığı kadar güçlü demektir.
Her türlü bedeli ödeyen Smirnalılara, özellikle de Smirnalı kadınlara saygıyla, minnetle, kardeşlikle. Oğuz ve George sizi seviyorum.
“Ne düşünüyorum biliyor musun? Bu şehrin ruhunu ne yapsan öldüremezsin. Yaksan da yıksan da, insanlarını kovup yerine başkalarını koysan da bak o özgür, o şen ruh hep gelir seni bulur!” Öyle de oldu zaten.
(YÜZLEŞME ATÖLYESİ’nin Ayşen Tekşen’den alıntısı – Ekim 2022)