“Gitmek istemem nedense o kasabaya
Tavşankulaklarının uçuk kokusu
O eski bahçelerin yeşili yoksa.
Görmek istemem otelleri, barları
O yerlerde artık çocuklar oynamıyorsa.
Komşuların yerini yidonissa almışsa
Emine teyzenin evi şimdi arsa olmuşsa
Hele Emine teyze hiç yoksa...
Ne işim var oralarda?
Tepelerine tırmandığımız incir ağaçlarının
Alev rengi çiçeğiyle tatlı, mayhoş narların
Yerinde şimdi yeller esiyorsa
Ne hisseder yüreğim, sonsuz acıdan başka?
Babamın sesi doldurmuyorsa kırları
Annemin pişirdiği katmerin kokusu
Sarmıyorsa dört yanı
Kanatır yüreğimi ancak hatıraları.
Çocuk sevinçlerim!..
Platonik sevdalarım!..
Ve okul arkadaşlarım!.
Siz anlatın bana o diyarları
Gözlerimi kapayıp zaman zaman daldığım
İçim burkularak yana yana andığım
“Baf” denen o diyarı!.”
(H.İ)
Dünyadaki en güzel seslerden biri belki de yağmur sesi… Hele uzun zaman ona hasret kalınmışsa... Uzun bir kış gecesinden sonra adeta hasretle beklenen sabahın ilk ışıklarına bir de yağmurun o mistik sesi eklenmişse…
Oldum olası günün yavaş yavaş ağarışını, gecenin binbir düşüncesinden sonra tan vaktiyle müjdelenen sabahı karşılamayı severim; hele yağmurla gelen sabahları... Bu yüzden evin bütün pencerelerini ardına kadar açtım. Her yanı ıslak toprak kokusu doldurdu.Bu koku bazen beni öyle yerlere,öyle zamanlara götürür ki… İlle de çocukluğuma… Bu koku ile belleğimde iz bırakmış ama hayal meyal hatırladığım eskilere ait bir anıyı netleştirecekmişim gibi heyecanlanırım. İçimi sıcacık duygularla dolduran o anlık duygunun devamını yakalamaya çalışırım gözlerimi kapayarak ama o; uçucu toprak kokusu gibi, yakalamama ramak kala uçar gider... Belki de uçup gitmesidir onu beklenen kılan; hatırlanmaya değer bir şey değildi de hatırlayamamaktı onu önemli yapan. Hani çözülmeyen bulmacalar var ya; inat edip ille de çözmek istediğimiz; çözdüğümüz anda artık önemsemediğimiz. Tıpkı onun gibi…
Zaman ne çabuk geçiyor… Dün gibi 2011 girişimiz ve onu da ömrümüz varsa bitirmek üzereyiz. Aralık ayında olmamıza rağmen ben halâ Ahmet Haşim’in “Eylül” ündeyim. –Günler kısaldı, Kanlıca’nın ihtiyarları, bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları- Şairin dediği gibi bu mevsim ve bu yaş geçen yılları hatırlatıyor. O geriye dönülmesi mümkün olmayanları... O, Kanlıcayı hatırlamış; ben Baf’ı hatırlıyorum. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımın geçtiği yerleri… O zamanlara ait insanlarımı… Saf ve riyasız dostluklarımı özlüyorum. Kerpiçten yapılmış evimizi, annemin pişirdiği katmerin kokusunu, babamın beni çağıran gür sesini, komşu çocuklarla saklambaç oynadığımız o kaygısız günleri...
Ne zaman anılar gelip dayansa kapıma; söz ve müziği Necip Cemal Adler’e ait o güzel tango takılır dilime: Geçmiş zaman olur ki/ hayali cihan değer/ Bir an acı duyar insan belki/ Sevmişse biraz eğer/ Anlar ki geçenlerin/ Rüyaymış hepsi meğer.
Yaş ilerledikçe nedense geçmişi, özellikle de çocukluğunu özler insan. Belleğimizden hiç silinmeyen anılarımız genelde o yıllarımıza aittirler. Tertemizdir, saftır duygularımız o zamanlarda. Dünyayı, hayatı ve insanları tanıdıkça bu saflığı korumak zorlaşır ve istesek de istemesek de onların kirinden bize de bir şeyler bulaşır. Bırakırız kendimizi hayatın akışına, her gün biraz daha masumiyetimizi yitirerek. Oysa öz; sadeliğini ve saflığını arar, isyan eder. Ağır gelir yürekte biriken tortular. Onlardan kurtulmak ister.
Şimdi tam zamanı... Dışarıda yağmur yağıyor… Kulak verin onun huzurlu sesine... İzin verin yüreğinize ve gözlerinize. Onlar da yağsınlar. Bırakın kendinizi yağmura. Yıkasın ve akıtsın içinizde birikmiş kirleri ve tortuları… Bu bir arınma zamanı…
Yağmur ve kış!.. Ne güzel iki kelime!..Birkaç gün sonra nergis soğanları çatlayıp beyaz gülüşlerle topraktan fışkıracak ve mevsime kısacık ömürleriyle bir haz daha katacak.Şimdi sabırsızlıkla onları bekliyorum.