Son dönem TC dış politikasına dair, Başbakanlık Danışmanı İbrahim Kalın’ın kullandığı “değerli yalnızlık” kavramı çokça tartışıldı. İbrahim Bey’e patentlense de hatırlayacaksınız, aslında “yalnız Türkiye” ifadesini ilk kez 2008’de 61. Cannes film festivalinde büyük ödülü alan Nuri Bilge Ceylan kullanmıştı: “Bu ödülü tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme adıyorum…”
Ceylan, bugünleri görerek mi kullanmıştı o ifadeyi ve İbrahim Bey, Ceylan’dan mı “esinlendi” bilinmez. Fakat bir sanatçının dilinde “şık” ve “naif” duran bir ifade, 80 milyona dayanmış bir ülkeyi yönetenlerin dilinde “ürkütücü” duruyor.
Uluslararası arenada TC tarihinde bugüne dek görülmemiş ölçüdeki yalnızlaşmaya sadece AKP kurmayları “değer” atfediyor. Diplomaside geçerliliği olmayan duygusallık, vicdan ve empatiyle ifade edilmeye çalışılan ve kuşkusuz iç politikada hayli prim yapan bu yeni kavramın gerçekliğinin olmadığını söylemeye gerek yok. AKP kurmayları yüzlerine gözlerine bulaştırdıkları yıvış yıvış bir pragmatizmin, bedelini hepimizin ödeyeceği sonuçlarını “değerli yalnızlık” gibi duygusallıklarla örtmeye çalışıyorlar. Küresel krizin Türkiye kıyılarına vurmaya başlayan dalgaları da hesaba katılırsa, tavan yapmış bir duygusallığın muhafazakâr tabanda “iş göreceği” muhakkak.
Ahlaka, vicdana dayalı bir dış politika yürütmek, her ne kadar “reel politikte” karşılığı olmasa da bizim gibi sıradan insanlar nezdinde elbette karşılık bulur. Onurlu, ayrımsız biçimde insan hak ve özgürlüklerine saygılı, dünyanın her köşesindeki haksızlıklara karşı dik duran bir dış politika! Telaffuzu bile rüya gibi! Böyle bir dış politikayı yürüten ülkenin vatandaşı olmaktan daha gurur verici ne olabilir ki? Ama durun bir… Gerçekler gerçekten böyle mi?
Bugün kendisine oy verenlerin başını döndürüp, kanını köpürtse de aslında AKP liderliğinin 11 yıllık iktidar döneminde dış politikada hayli pragmatik, hayli savruk bir çizgi izlediğinin sayısız örneğiyle dolu. Sizi sıkmak pahasına kısa bir yakın tarih turuna çıkmakta yarar görüyorum:
2003 yılında Irak’ın ABD tarafından işgalinin hemen ardından ortaya çıkan ortak güvenlik kaygıları, Türkiye-Suriye arasında dramatik bir yakınlaşmanın yaşanmasını sağladı. Irak’ın parçalanarak bağrından bir Kürt devleti çıkartması endişesi Türkiye ile Suriye arasında her türlü geçmiş problemin unutulmasına yol açtı. ABD ve İsrail’in tüm uyarılarına ve Suriye’ye dönük ambargolara rağmen Türkiye, Suriye ekonomik, siyasi işbirliğini tarihteki en yüksek noktaya taşıdılar. Bunun AKP öncesi devlet stratejisinin bir uzantısı olduğunu, dönemin Cumhurbaşkanı Sezer’in teamüllere göre katılmaması beklenen Hafız Esad’ın cenaze törenine sürpriz biçimde katılmasıyla anlıyoruz. Ancak elbette iki ülkenin yakınlaşmasında en sıcak yıllar 2003’te başlıyor. Dönemin Başbakanı Abdullah Gül’ün 4 Ocak 2003’te yaptığı ziyaret (ki bir önceki Başbakan düzeyindeki ziyaret 1993’te Demirel tarafından yapılmıştı) Türkiye-Suriye diplomasi trafiğini başlattı. Bu öyle bir trafiktir ki, 2003-2010 yılları arasında tam 17 üst düzey ziyaretle pek fazla örneği yoktur.
2004 Ocak ayında ise 1946’dan bu yana ilk kez bir Suriye Devlet Başkanı, Beşar Esad Ankara’da ağırlandı. İlişkiler o kadar ısındı ki, Temmuz 2004’te aynı tarihlerde Ankara’da olan Suriye Başbakanı Otri ile İsrail Dışişleri Bakanı Olmert arasında bir “tercihte” bulunan Başbakan Erdoğan, Olmert’e randevu vermeyerek Suriye’nin “ayrıcalığını” dünyaya gösterdi. 22 Aralık 2004’te Erdoğan Şam’a iade-i ziyarette bulundu. İki ülke liderleri arasında çok duygulu anlar yaşandığı basına yansıdı.
2004’te imzalanan serbest ticaret anlaşması sonucu, iki ülke arasında 2000 yılında sadece 750 milyon Dolar olan ticaret hacmi kısa sürede 2 milyar Dolar’a ulaştı. Arap Boru Hattının kurulması, ortak enerji şirketlerinin kurulması, nükleer enerji işbirliği, sanayi işbirliği anlaşması gibi güçlü adımların üstüne bir de 27 Nisan 2009 ve 27 Nisan 2010’da iki ortak askeri tatbikat düzenlendi.
Esad, 16 Ekim 2007’de bu kez Cumhurbaşkanı Gül’ün resmi konuğu olarak Ankara’ya geldi. İlişkiler o kadar sıcaktı ki, Esad eski Cumhurbaşkanı Sezer’i evinde ziyaret etti. Gül’ün iade-i ziyareti 15 Mayıs 2009’da gerçekleşti. Bu arada, Erdoğan’ın sonradan “ben istemedim o istedi” diyeceği Erdoğan-Esad ailelerinin birlikte 5 Ağustos 2008 tarihinde Bodrum’da tatile çıktıkları basına yansıdı.
Buraya kadar sorunsuz ilerleyen Türkiye-Suriye ilişkilerinde her ne olduysa Arap Baharı ile birlikte oldu. Erdoğan’ın “Kardeşim Esad” iltifatları bir anda “reform yap” çağrılarına dönüşürken, ne olduğunu anlayamadıkça hırçınlaşan Esad, günün sonunda “Katil Esed” oluverdi.
Türkiye ve dünya kamuoyu, dolayısıyla AKP liderliği Esad ve yönettiği Baas rejiminin “günahlarını” 2010 yılında mı keşfetti sorusunun yanıtı elbette ki hayır…
Başarısız birkaç girişimden sonra nihayet 1970’te bir darbe ile işbaşına gelen “Baba” Esad, Suriye’yi ölümüne kadar (2000) demir yumrukla yönettikten sonra iktidarı oğlu Beşar’a devretti.
Nusayri kökenli baba Hafız Esad, iktidara gelir gelmez, ülke yönetiminde Nusayri kökenli olmayanları hızla tasfiye etti. İsrail tehdidini gerekçe gösteren rejim Olağanüstü Hal ilan etti ve ülke bu tarihten itibaren olağanüstü hal kanunları ile yönetildi.
Baas rejiminin “Suriye’nin Araplaştırılması” politikası Kürtlerin yoğunlukta olduğu Cezire’yi vurdu. 1975’te 300 bin Kürt Cezire’den sürüldü. Kürtlere yönelik ayrımcılık 1962’de yapılan özel bir nüfus sayımı sonucu yaklaşık 120 bin (şimdilerde 250 bine ulaştılar) Kürdün Türkiye girişli olmaları gerekçe gösterilerek kimlik ve temel vatandaşlık haklarından yararlandırılmaması ile çoktan başlamıştı aslında. Esad rejimi bunu çok daha katı biçimde sürdürdü. Kürtçenin kullanılması, öğrenilmesi ve öğretilmesi yasaklandı. Örneğin 1988’de çıkarılan bir yasa ile düğünlerde Arapça dışında bir dilde şarkı çalınması yasaklandı.
Esad rejimine en güçlü muhalefet Müslüman Kardeşler örgütünden geldi. Rejim, Müslüman Kardeşler sorununu bir katliamla “çözmeyi” denedi. 2 Şubat 1982’de tarihe “Hama Katliamı” olarak geçen, Müslüman Kardeşler yandaşlarının imhasını hedefleyen katliamı gerçekleştirdi. Bağımsız kaynaklara göre Hama’da en az 20 bin Suriyeli katledildi.
Bugün derin bir duygudaşlık içerisinde olduğu Müslüman Kardeşler’e karşı ağır bir katliam yapan Esad rejimi ile AKP arasında 2002-2010 yılları arasında su sızmadı. Ne AKP liderliği ne de bugün Esad’a lanetler okuyan muhafazakâr çevreler bu flört dönemi boyunca Hama Katliamını ağızlarına almadılar.
“Değerli Yalnızlaşma” sürecinin tek “kazası” Suriye değil elbette.
29 Kasım 2010’da, yani dönemin Libya diktatörü Kaddafi’nin öldürülüşünden sadece 1 yıl önce Libya’da “Kaddafi İnsan Hakları Ödülü” verilen Erdoğan, yaptığı konuşmada “''Şahsımdan ziyade, ülkem ve milletim adına teslim aldığım bu ödülün, bölgesel ve küresel ölçekte, insan hakları noktasındaki mücadelemizi teşvik edeceğinden emin olabilirsiniz. Bu vesileyle bölgesel ve küresel ölçekte işbirliğinin geliştirilmesi yönünde gösterdiği gayretlerden ötürü Libya Lideri Muammer Kaddafi'ye şükran ve takdirlerimi ifade etmek isterim.” diyordu. Ne zaman ki Arap Baharı Libya’ya sıçradı, Türkiye Libya’ya NATO müdahalesi için Fransa ile adeta yarışa girdi. Kardeşim Kaddafi de Katil Kaddafi’ye dönüşüverdi…
Mısır devrik diktatörü Mübarek’e karşı hayli temkinli bir dil kullanan Erdoğan, ünlü Tahrir eylemleri sırasında kaba bir üslup kullanmaktan özenle kaçınmış, sadece Mübarek’e “halkınızın sesine kulak veriniz” çağrısı yapmıştı. Bu, sımsıcak ilişkilerin yaşandığı Esad’a karşı kullanılan üslupla kıyaslanamayacak kadar yumuşak bir üsluptu nedense.
Sudan’ın Darfur katliamı nedeniyle (ki BM kaynaklarına göre 300 bin kişinin ölümüne, 2.7 milyon kişinin evlerini terketmesine yol açmıştır) kırmızı bültenle aranan Ömer El Beşir’in 2008’de Türkiye’de ağırlanması bir başka “değerli yalnızlık” kazası olarak görülebilir. 1989 yılında bir darbeyle yönetimi ele geçiren Beşir, ilk iş olarak parlamentoyu feshedip tüm siyasi partileri kapatmış ve etnik temizliğe girişmişti. Türkiye’yi pek seven ve Erdoğan’ı “Allah’ın Aslanı” olarak tanımlayan Beşir Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından görüldüğü yerde tutuklama kararı çıkarılan ilk lider. Erdoğan, Türkiye’yi ikinci kez ziyaret etme girişimine yükselen tepkiler nedeniyle El Beşir’i 8 Kasım 2009’da TRT’de yayınlanan bir programda “Darfur’da katliam yok. Çünkü bir Müslüman katliam yapmaz. Yaparsa biz kendisini zaten uyarırız” sözleriyle savunmuştu.
Özellikle Mısır’da Müslüman Kardeşler hükümetine karşı yapılan darbe sonrasında darbelere ve katliamlara sıfır tolerans siyasetinin yılmaz savunuculuğunu yapan AKP liderliğinin bugüne dek yakın ilişki kurmakta sakınca görmediği Esad, Kaddafi, Mübarek, Ömer El Beşir rejimlerinin birer darbe sonucu iktidara gelmeleri ve her birinin katliamlarla anılmaları kafa karıştırıcı olabilir. Her biri otoriter diktatörlüklerle anılan Türkmenistan ve Azerbaycan’la sıcak ilişkileri saymıyorum bile…
Muhafazakâr dünyanın kafa karışıklığını gidermeye gücümüz yetmez. Bizimkisi sadece bu “değerli yalnızlığı” biraz olsun resmedebilmek…