“Yanlış Hayat Doğru Yaşanmaz”

“Yanlış Hayat Doğru Yaşanmaz”

 

Tufan Erhürman
tufaner@yahoo.com

4 Mart akşamı, FEMA tarafından düzenlenen panelde, “Kıbrıslı Türk ‘entelektüel’ erkeğin hâlleri”ni anlatmaya çalıştım dilim döndüğünce. Panelin sonunda Hakkı Yücel yanıma geldi ve “Bir+Bir”in son sayısını okuyup okumadığımı sordu. Nurdan Gürbilek’in, Tolstoy’dan hareketle, benim söylediklerime koşut şeyler yazdığını anlattı. Araya başka işler girdi, okumakta geciktim ama nihayet bugün okuyabildim Gürbilek’in yazısını. Başlarken, bu yazıyı da, Gürbilek’in tüm yazılarını da okuyuculara hararetle tavsiye etmek isterim.
Panelde anlatmaya çalıştığım, Kıbrıslı Türk “entelektüel” erkeğin düşünce dünyasındaki yarılmaydı. Bu dünyada böyle bir yarılma olduğunu düşünüyordum çünkü bu “erkek”, okuduklarının etkisi ve “politically correct” olma kaygısıyla, konuşurken ve yazarken âdeta bir feminist kesiliyor ama yaşadıklarıyla söyledikleri ve yazdıkları arasında asla bir uyum tutturamıyordu. Bu yarılma, bir yandan bakıldığında bir tür “ikiyüzlülük”tü elbette. Ama diğer yandan, ortada bu “erkek”i acınacak duruma düşüren bir sorun da vardı ki bunu gözden kaçırmamak gerekiyordu. Çünkü böyle bir yarılma, böyle bir tutarsızlık, kaçınılmaz olarak yarılmayı yaşayanı hastalandırıyor, onun düşünce dünyasını dumura uğratıyordu.
Gürbilek de, “Yanlış Hayat” başlıklı yazısında, Tolstoy’u tam da bu yarılma üzerinden anlatıyor: “Gerçekten de Tolstoy’un hayatıyla yazdıkları arasında kolay kolay kapanamayacak bir uçurum vardı. Yoksulluğu salık veriyordu; kendisi bir büyük toprak sahibiydi. Çayırların, tarlaların, ormanların herkese ait olacağı bir ülke hayal ediyordu; uçsuz bucaksız topraklar üzerine kurulmuş kocaman bir malikânede yaşıyordu. Kimseden hizmet almadan yaşamak gerektiğini söylüyordu; etrafı serfler, uşaklar, hizmetkârlar, kâhyalar, dadılar ve mürebbiyelerle doluydu. Yazabilmesi için ona uygun ortamı hazırlayan, sekreterliğini üstlenen, romanlarını defalarca kopya eden karısı ve kızları olmadan yarattıklarını yaratması belki de imkânsızdı”.
Elbette bütün bu çelişkiler “ikiyüzlü bir erkek” olarak algılanmasına yol açabilir Tolstoy’un. Söyledikleri ve yazdıklarıyla yaşadıkları arasında bu kadar açık tutarsızlık bulunan bir adamın başka türlü tanımlanması kolay değil. Ama bu adamın, onu benzer tutarsızlıkları yaşayanlardan ayıran önemli bir özelliği bulunduğunu asla gözden kaçırmamak gerekir: Vicdan!
Onu hastalandıran, yaşamının son günlerinde, sahip olduğu bütün ayrıcalıkların sembolü olan “ev”i terk etmeye ve yoksul bir adamın evinde ölmeye zorlayan, sahip olduğu bu özellikti. Yine de bu “final”, büyük yazarın yanlış bir hayatı doğru yaşamayı son demlerinde de olsa başardığı anlamına gelmez elbette. Gürbilek, bu durumu, Adorno’dan yararlanarak açıklamaya çalışıyor. Onun sayesinde ben de bir kez daha döndüm Adorno’nun başucumdaki “Minima Moralia” ve “Ahlak Felsefesinin Temel Sorunları” adlı eserlerine.
Adorno, “Ahlak Felsefesinin Temel Sorunları” adlı derslerinden birincisine, “hiç değilse bazılarınızın bu derslerden doğru hayat hakkında bir şeyler ... öğrenme ümidiyle buraya geldiğinizi düşünmek makul olur ... Bu soruşturmanın bürüneceği biçim de doğru hayat bugün gerçekten mümkün müdür, yoksa o kitapta ileri sürdüğüm ‘yanlış hayat doğru yaşanmaz’  iddiasıyla mı yetineceğiz onu araştırmak olacak ... Ben bu derslerde size pratik bir hayat kılavuzuna benzer bir şey sunmayacağım” diyerek başlar.
7 Mayıs 1963 tarihinde verilen bu ilk derse katılan öğrencilerden bir kısmının bu sözcükleri duyar duymaz büyük bir hayal kırıklığı hissettiklerini tahmin etmek zor değil. Filozof, daha başlarken, bütün umutları yerle bir etmektedir. Öğrencilerinin “doğru hayatı öğrenmek istemekte haklı”  olduklarının farkındadır ancak gelin görün ki bu konuda bir reçeteye sahip olmadığının da bilincindedir. “Sahte bir guru, bir bilge maskesi takarak” onların kendisine duyduğu güveni suistimal etmek istemez.
Gerçekten de, Adorno’nun elinde hazır bir reçete yoktur. Belki Türkçe bilse, “kelin ilacı olsa kendi kafasına sürer” diyecektir ki nitekim büyük usta keldir.
Yine de, 25 Temmuz 1963 tarihindeki dersinde, hocalığın yarattığı mesleki deformasyondan kurtulamadığı için olsa gerek, “doğru hayat”ın, “olumsuz” da olsa bir tanımını vermekten kendini alamaz Adorno. Şöyle der: “Belki de söylenebilecek tek şey, bugün doğru hayatın, en ileri zihinlerin iç yüzünü görüp eleştirel olarak teşrih ettikleri yanlış hayat biçimlerine direnmekten ibaret olduğudur. Bu olumsuz reçetenin dışında herhangi bir kılavuzluk gerçekten tasarlanamaz”.
Ama usta, bu direnişin de bihakkın yapılabilir bir şey olduğu kanaatinde değildir. Çünkü aynı son derste, “hayatın kendisi o kadar şekilsizleşmiş, o kadar çarpıtılmıştır ki onda kimse doğru hayatı yaşayabilecek veya bir insan olarak kaderini gerçekleştirebilecek durumda değildir” diyerek , son umudu da çöp sepetine atmaktan geri durmaz.

Ne yapmalı?
Kanımca, kendi deyimiyle bize ekmek dağıtmayıp, kafamıza taş atmakla yetinmiş  olsa da, “doğru bir hayat” yaşama derdinde olanlar için Adorno’nun söylediklerinden çıkarılabilecek çok fazla ders vardır.
Evet, içine doğduğumuz hayat bütün unsurlarıyla yanlıştır. Kıbrıs’ın kuzeyinden bakarsak, siyasal sistemin özü olan vesayetin, kendisine kapitalist bile diyemediğimiz çarpık ekonomik düzenin, bütün heybetiyle hüküm süren ataerkinin ve daha pek çok unsurun “doğru bir hayat”ı imkânsız hâle getirdiği açıktır. Dürüst olmak ve böyle bir ülkede, ne kadar çabalarsanız çabalayın, pisliğin bir yerlerinize mutlaka sıçrayacağını itiraf etmek gerekir. Bu durumda, bu “hayat”ın yanlışlığını fark edenin önünde iki yol açılmaktadır. Ya “bak koskoca Adorno bile söyledi: Yanlış hayat doğru yaşanmaz. Boşuna paralamayalım kendimizi. İnsan bu dünyaya bir kere gelir. Yanlış olduğunu bilsek de zevk almaya çalışalım. Ama konuşmaya ve yazmaya gelince de doğruları bildiğimizi göstermekten uzak durmayalım” diyeceğiz, ya da, ustanın belirttiği gibi, yanlış hayat biçimlerine karşı elimizden geldiğince direneceğiz.
Bu arada bu “direniş” meselesi üzerinde de biraz durmak gerekir tabii. Acaba Adorno’nun sözünü ettiği direniş, Tolstoy’un hayatının son demlerinde yaptığına benzer biçimde “ev”i terk etmek ve bir birey olarak söylediklerimiz ve yazdıklarımızla uyumlu yaşamaya çalışmaktan mı ibarettir? Böyle bireysel çözümler son dönemlerde moda hâline gelmiştir. Ne zaman “elbette sorumluluk derecelerimiz arasında fark var ama sonuçta hepimiz sorumluyuz” dese birileri, başka birileri hemen ortaya çıkıp, “ben bu ahlaksızlıkların hiçbirini yapmadım; ben sorumlu değilim” demeyi marifet sayıyor. Elbette, herkesin üzerine sıçrayan çamurdan elinden geldiğince uzak durmaya çalışan bireyleri takdir etmek farzdır. Ama altını çizmek gerekir ki bugün yanlış hayatın hüküm sürdüğü bir toplumda, o toplumun parçası olan herhangi bir bireyin doğru bir hayat yaşaması mümkün değildir. Bu yüzdendir ki Adorno, derslerini, “kısacası, bugün ahlak dediğimiz şey dünyanın organizasyonu meselesi ile iç içe geçer. Hatta doğru hayat arayışının doğru siyaset biçimi arayışı olduğunu bile söyleyebiliriz” sözcükleriyle bitirir. 
Bu durumda, bir münzevi gibi yaşasanız ve kendi hayatınızdaki tüm yanlışları ortadan kaldırsanız da (ki bunun mümkün olduğundan emin değilim), hayatı doğru yaşadığınız anlamına gelmeyecektir bu. Çünkü mensubu olduğunuz toplumun hayatındaki bütün yanlışlar sizin üstünüze başınıza da bulaşacak, doğru sandığınız hayatınızı kaçınılmaz olarak yanlışlayacaktır.
O vakit, “yanlış hayat biçimlerine karşı direnmekten” kasıt, bir yandan kendi bireysel dünyamıza bulaşan yanlışlara direnirken, diğer yandan toplumsal yaşamdaki yanlışlıklara karşı direnmekten de uzak durmamaktır.
      
Böyle yapınca yanlış hayat doğru yaşanmış olacak mı?
Yukarıdaki sorunun yanıtı maalesef “hayır”dır. Yanlış bir hayatı doğru yaşamak mümkün değildir. İnsan, özellikle de “entelektüel” olmaya çalışan insan, düşündükleri, söyledikleri ve yazdıklarıyla yaşadıkları arasındaki yarığın beyninde ve yüreğinde açtığı yaraları taşımak zorundadır. Çünkü entelektüel olmak, belki her şeyden önce vicdan sahibi olmayı gerektirir. Vicdan sahibiyseniz, dünyada ve toplumunuzda bu kadar adaletsizlik varken, “ben birey olarak yanlış yapmadım. Vicdanım rahat” deme lüksünüz yoktur. Bu durumda, yaralarınızın kapanması da kolay bir iş değildir. O yaralar tamamen kapanmasa da, verdikleri acıyı biraz olsun azaltabilecek tek şey, yanlış hayat biçimlerine karşı gün yirmi dört saat direndiğinizi bilmektir. Bu direniş yalnızca “sistem”e ya da “düzen”e yönelik değildir. Bir birey olarak kendimizi ne kadar ondan koparmaya, arındırmaya çalışırsak çalışalım, toplumun, sistemin, düzenin bir parçası olduğumuzu unutmamak gerekir. Bu şartlarda, Adorno’nun dediği gibi, “kendimizin karşı saflara katılmaya teşne parçalarına direnebilmek için kendi direniş güçlerimizi de seferber etmemiz gerekir”.  Ve unutulmamalıdır ki kendine direnmenin en önemli aracı, her fırsatta tekrarlanan keskin ve acımasız öz eleştiridir.
Hülasa, dürüst olmak gerekirse, yanlış bir hayatı doğru yaşamak olanaksızdır. Ama Çetin Altan’ın dediği gibi, enseyi karartmamak lazım! Bedel ödemeyi göze alarak bu yanlış hayatı doğru yaşayacağım diye tutturmak ve yanlış hayat biçimlerine karşı her fırsatta, her yaşta direnmeye devam etmek de az şey değildir.

***

Nurdan Gürbilek, “Yanlış Hayat”, Bir+Bir, Sayı: 20, Ocak-Şubat 2013, s. 50.
  Theodor W. Adorno, Minima Moralia, çev. Orhan Koçak-Ahmet Doğukan, İstanbul, Metis Yayınları, 2007, s. 43.
  Theodor W. Adorno, Ahlak Felsefesinin Sorunları, çev. Tuncay Birkan, İstanbul, Metis Yayınları, 2012, s. 11.
  Adorno, Ahlak Felsefesinin Sorunları, s. 12.
  Adorno, Ahlak Felsefesinin Sorunları, s. 12.
  Adorno, Ahlak Felsefesinin Sorunları, s. 163-164.
  Adorno, Ahlak Felsefesinin Sorunları, s. 163.
  Adorno, Ahlak Felsefesinin Sorunları, s. 12.
  Adorno, Ahlak Felsefesinin Sorunları, s. 172.
  Adorno, Ahlak Felsefesinin Sorunları, s. 164.

Dergiler Haberleri