Srebrenitsa’ya ilişkin İngiltere’de oluşturulan bilinçlendirme kampanyası çerçevesinde, bugün okurlarımızda Dr. İlyas Pilav’ın öyküsünü paylaşmak istiyoruz... Dr. İlyas Pilav, Srebrenitsa’da pek çok insanın hayatını kurtarmış... Yazıyı okurlarımız için özetle derleyip Türkçeleştirdik. Yazı şöyle:
*** Srebrenitsa’dan en son ayrılan kişinin, Dr. İlyas Pilav olduğunu söylemek büyük bir abartı olmaz... Pek de istekli olmayan Birleşmiş Milletler görevlilerine yaralı hastalarını zorla bırakan doktor, Saraybosna’dan son bir kez yardım etme girişiminde bulunmaya postaneye gitmişti... Hastaneden postaneye doğru giderken, yüzlerce Boşnak Sırp askerinin kenti altüst ettiğine tanık oluyor, öldürme niyetlerini gözlerinden okuyordu...
*** Uluslararası topluluğun kenti terketmiş olduğunu anladığında, ondan yalnızca birkaç metre uzaktaydı bu askerler. Onlar yanına varmadan birkaç dakika önce ve kulaklarında henüz bomba sesleri çınlarken, bir ölüm kalım kararına varmak zorundaydı Dr. Pilav – tepelere doğru kaçacaktı, Potoçari’de kardeşinin yaptığı gibi Birleşmiş Milletler üssüne doğru gitmeyecekti... Srebrenitsa’nın üç yıl boyunca Boşnak Sırp askerler tarafından kuşatma altında tutulduğu bir ortamda, her gün ölüm-kalımla ilgili kararlar vermek zorunda kalacak, sayısız insanın hayatını kurtaracaktı... Ancak vermiş olduğu karar yani abisinin gittiği yöne gitmemek ve onunla yolda ayrılmak, bugüne kadar onu hala rahatsız ediyor.
*** Dr. İlyas Pilav, usulca konuşuyor ancak sesi dikkat çekiyor. Uzun boylu bir adam ama kendini empoze eder bir tavrı yok, tavrında öyle bir şey var ki kibirli olmadan kesin bir otorite yayıyor. Ona hayatınızı emanet edebilecek kadar güvenebileceğinizi hissediyorsunuz... Şimdilerde Saraybosna’da Gırtlak Cerrahisi Bölüm Başkanlığı’nı yürüten Dr. İlyas’ın öyküsü doktor ile asker arasındaki çizgiyi bulanıklaştırıyor.
*** Eski Yugoslavya’da büyüyen kendi yaşındaki tüm genç erkekler gibi, Dr. İlyas da askere alınmış belli bir yaşta... Donanmada telsizci olarak görev yapmış ancak Saraybosna’da tıp eğitimi alma olanağı bulur bulmaz askerden ayrılmış. Parlak ve çok çalışan bir öğrenci olarak cerrahi sınıfından büyük başarıyla mezun olduğunda, profesörü ona iş teklif etmiş. Alanda uzmanlaşma gerektirecekmiş bu ancak İlyas onca yıl uzakta kalmış olduğu Srebrenitsa’daki evine ve rahat hayatına dönmek istemiş... “Profesör, burada kalmak istemiyorum... Ve gideceğim yerde, cerrahiye ihtiyacım olmayacak” demiş.
*** Bu tahmininin ne kadar yanlış olduğunu bir süre sonra anlayacaktı Dr. İlyas. Gençti, iyimserdi, Avrupa’nın en sofistike kentlerinden birine dönüyordu... “Kentle ilgili okuduğunuz herşey doğrudur. Hayat dolu bir yerdi Srebrenitsa, insanlar buraya moderniteyi yaşamak için geliyordu. Eski Yugoslavya’nın tümünde en gelişmiş belediyelerden birine sahipti” diyor.
*** Dr. İlyas yalnızca iki yıl boyunca pratisyen hekim olarak çalışmıştı, 28 yaşındaydı ve savaş başladığı zaman tam 50 bin kent sakinine bakan 5 doktordan biri olarak bulacaktı kendini. “Kendimi ne kadar çaresiz hissettiğimi hiç tahmin bile edemezsiniz, özellikle ilk günlerde” diye anlatıyor. “Her bir günü çok canlı biçimde hatırlıyorum. Her gün normalin sınırları dışında bir şey olmadan geçmezdi. Srebrenitsa’nın diğer bölgelerinden kopuktuk... O günlerde ben geride kalan tek doktor olduğumu sanmıştım. Köylerdeydim, alet yoktu, ilaç yoktu... Her taraftan yaralı insanlar geliyordu... Kadınlar, çocuklar, erkekler – bu benim için çok fazlaydı... Onların beklentilerini karşılayamıyordum...”
*** “Bu noktada şunu belirtmeliyim ki ben hem bir doktor, hem de bir askerdim. Erkekleri askeri bir birliğe dönüştürmek ve bulunduğumuz bölgeyi Sırp ordusundan korumak için savunma yapmak zorundaydım. Köyüm Drina Nehri üstündeydi, bu nehir Sırbistan’ı Bosna’dan ayırıyor yani cephedeydik ve her gün çok ağır bombardıman ve ateş altındaydık. O nedenle ben hem doktor, hem de asker olmayı seçecektim. Eğer geri çekilirsek, herşeyin temelde cehenneme dönüşeceğini biliyordum. Ve benden bu tür bir otorite beklenmekteydi...”
*** “Boşnaklar Srebrenitsa’nın kontrolünü yeniden ele geçirince, bizler beş genç doktor olarak bir araya geldik ve hastaneyi açma konusunu tartıştık. Bir doktor daha vardı ancak o yaralılara bakarken, bir hava bombardımanında ölmüştü...” Bu dönemde İlyas hala kendi birliğinin komutanıydı ancak bir süre sonra Srebrenitsa ordu komutanı Nasır Oriç ona hastanede tam zamanlı olarak çalışması emrini verdi. Oriç ona, “Eğer bir komutan ölürse, yerine başka biri getirilebilir. Ancak bir hekim öldürülürse, yerine başkası getirilemez” demişti. İlyas, cephedeki askerlerine de yardım etmek istediğinden, komutanla bir uzlaşmaya vardı – arazideki hekim olarak tanımlanabilir ve Boşnak ordusu çatışmalara girdiğinde onlarla birlikte gidip yaralılara bakabilirdi.
*** İlyas’ın liderliği ve cerrahideki yeteneği giderek belirginleşiyordu ve böylece hastanenin pratikte başkanı ve ameliyatların sorumlusu oldu. “İşte tam da bu noktada profesörümün sözlerini hatırlayacaktım. Kaderin hayatımızda ne kadar güçlü bir rol oynayabileceğini ve hiçbir zaman nihai tahminler yapmamak gerektiğini hatırlayacaktım...”
*** İlyas’ın çalıştığı koşullar korkunçtu: “Savaş cerrahisi, en zor cerrahi türüdür ve özellike anormal koşullar altında daha da berbattır. Aletimiz yoktu, anestezi yoktu, antibiyotik yoktu, ağrı kesici ya da sterilize edecek ilacımız yoktu... Elimizdeki tek şey insanlara yardım etme gereksinimiydi, başka hiçbir şey yoktu...”
*** “Bir hastanın yattığı sıradan bir masa düşününüz... Ona konuşuyorsunuz, onu sakinleştirmeye çalışıyorsunuz, sizin kendinizin bile kaldıramayacağınızdan emin olduğunuz halde, onu bacağı ya da kolu kesilirken çekeceği acıya ikna etmeye çalışıyorsunuz. Ve ahşap kesmeye yarayan bir testereyle bunu yapıyor oluşunuzu da düşünün... Hastanın neler yaşadığını tarif edecek sözcükler yok – o anda sizin neler çektiğinizi tarif edecek sözcük de yok” diyor.
*** Sınır Tanımayan Doktorlar’ın özel desteğinden söz ediyor İlyas, kendilerine savaş boyunca destek vermişler... İnsani yardım ve personel getirmişler ki bunlar da tüm bu çabada eşsiz bir katkı olmuş... Onlara sonsuza kadar müteşekkir olacağını anlatıyor İlyas...
*** Ancak Temmuz 1995’te Dr. İlyas ve meslektaşlarının gerçek gücü ortaya çıkmış. “Bizim için doruk noktası 6 Temmuz’du, 11 Temmuz değil” diyor. “Sırp saldırısı o zaman başlamıştı. 6’sında hastaneye girdiler ve beş gün boyunca hastaneden ayrılmadılar... O kadar çok yaralı vardı ki artık kayıt tutmaktan vazgeçmiştik ve ben de sürekli ameliyattaydım. En fazla gecede iki üç saat kadar uyuyordum. Her saat başı kent merkezi ateş altında kalıyordu ve kent varoşlarında da çatışmalar vardı... Her geçen saat dayanma gücümüz sınanıyordu... Sürekli olarak yaralılar getiriliyordu... Dışarıda neler olup bittiği benim için çok açıktı. Ancak açık olmasına karşın, bunun nihai olduğunu kabul edemiyordum. Hep birşeyler olmasını, birilerin bizi kurtarmasını ve uluslararası topluluğun düşmemize izin vermemesini bekliyordum...”
*** “Çok umudum vardı ancak en büyük umudum, insanların katledilmemesi umuduydu... Uluslararası topluluğa güveniyorduk. Birleşmiş Milletler koruması altındaki bir bölgenin düşeceğini beklemek bir paradokstu – orada Hollanda’dan bir Birleşmiş Milletler birliği vardı. Herkes bunun bir anlamı olduğu beklentisindeydi...”
*** “11 Temmuz’da saat 1’de hastanenin boşaltılması emrini verdim. Hastane yakınındaki Hollanda üslerinden birine gittim ve onları yaralı hastalarımızı almaya ikna etmeye çalıştım. Bu noktada Çetnikler yolun 500 metre kadar ilerisindeydi – kent terkedilmişti. Hastaneyi yaralılarla dolu vaziyette terkedemezdim, aksi halde orasının bir mezbahaya dönüşeceğini biliyordum. Üste beni kapalı bir kapı ve dikenli teller karşıladı. Bir Birleşmiş Milletler subayı gelip kendilerinin bir “Müslüman ve Sırp çatışmasına” karışmak istemediklerini söyledi bana... Bu benim için son noktaydı. Böylesi bir inancı olan birisine artık kibarca konuşacak durumda değildim. Çok sinirlenmiştim ve ona bağırmaya başladım. “Eğer kapıyı açmazsan, bu kapıyı kıracağım... Hastalarımı güvenliğe kavuşturmam lazım” dedim. Sanırım herşeyi yapmaya hazır olduğumu, hatta elime silah bile alabileceğimi anlamıştı. İçeriye girmemize izin verdi...”
*** “Hastanenin boşaltılmasından sonra, personeli boş bir binada topladım. Onlara iki seçenekleri olduğunu söyledim – ya Potoçari’deki Birleşmiş Milletler üssüne gideceklerdi ya da ormana gideceklerdi. Erkekler için seçim açıktı... Onlar için tek seçenek ormanlık araziydi... Ancak kadın meslektaşlarım da Birleşmiş Milletler kampından kaçınmak istiyorlardı. Onlar da gitti böylece...”
*** İlyas hala askeri personelin bir parçasıydı... Bir gece önce NATO’nun ertesi günü Sırp pozisyonlarını bombardıman edeceği bilgisi verilmişti kendilerine... O günün kaousu, paniği ve korkusu içinde İlyas hala kurtuluş umudunu taşıyordu... Ordu personelinin bulunduğu postaneye doğru koştu – kentteki en son kişi kendisiydi ve orada 20 asker, onu kentten çıkarmaya hazırdı. 200 metre kadar ileride Sırplar ilerliyordu... Hastane ve yol, sürekli ateş altındaydı.
*** “O anları tekrar yaşadığımda, herhalde kendi hayatımı hiç düşünmeden mümkün olduğunca çok sayıda yaralı insanı oradan çıkarma görevim olduğu şeklindeki duygumdu... Bu yapıldıktan sonra mümkün olduğunca kısa sürede bölgeden ayrılmak gerektiğini biliyordum mantıken ancak hala bunun son olduğuna inanmayı reddediyordum. Postaneden telsiz aracılığıyla Saraybosna’yla temas kurmaya çalışıyordum. Fakat Saraybosna meşguldü. Birisi komutanların dinlenmekte olduğunu ve onları uyandıramayacaklarını söyledi. O zaman işte terkedilmiş olduğumuzu ve kentimizin ihanete uğramış olduğunu anladım...”
*** Bu kaosta kendi duyguları sorulduğunda, bu cesur cerrahın üstünde savaşın etkisi ortaya çıkıyor... Görünürde duygularını göstermiyor ancak sesi titriyor – bu da binlerce ölü ve yaralı hastasının hatıralarını tutmaya çalışan bir barajın mücadelesi gibi geliyor insana... “Çok uzun zaman önce bir çizgiyi aştım, artık hiç korku duymuyorum... Belki de bu, şahit olduğum bu korkunç şeylerin sonucudur. Korku, kaygılarımın en küçüğüydü... Paniğe kapılmam. Cesur olduğumu da söylemiyorum. Belki de bir tür kayıtsızlıktır bu.... Çok uzun zaman önce içimden birşeyler kırıldı...” diyor.
*** İlyas, iki abisini hatırlıyor. Bunu ailesiyle daha önce hiç konuşmamış... En büyük abisi, kendisinden 10 yaş büyükmüş. Kendisini kentten çıkaracak birlikteymiş o da. “Plan, ormana doğru gitmemizdi ancak abim kaostan ve organizasyon eksikliğinden ötürü sarsılmıştı... O noktada çaresizlik duygusunu düşünemiyorum... Orman ile BM üssü arasındaki yol kavaşında bana baktı ve “Şimdi ne olacak?” dedi. Ona tekrardan neler yapacağımızı anlatma gücünü bulamadım kendimde...” İlyas duruyor... Sessiz gözyaşlarına boğulan bu cesur ve güçlü adamı bu noktaya getiren yürek parçalayıcı bir durum bu... Ve sessizliği odayı dolduruyor. İlyas’ın içinden birşeyler kırılmış... Taşıdığı güç aslında sorumluluğun ağırlığı ve hissettiği suçluluktan kaynaklanıyor...
*** “Ona uyuşmuş gibi baktım. Ne kadar süre ona baktığımı hatırlamıyorum... Ve o anda bana Potoçari’ye gideceğini söyledi. Onu durdurmaya kalkışmadım bile... Tepelere doğru giderken nelerle karşılaşacağımızı düşünemiyordum bile. Ancak Birleşmiş Milletler’in bizi koruyacağına da inanmıyordum. Gerçekten de bunu kim söyledi ya da o anda herhangi birisi herhangi bir şey söyledi mi bilmiyorum ancak şöyle bir şey söylendi orada sanki: “Belki de kendi ayrı yollarımıza gitmemiz daha iyi olacak. Belki birimizden birinin hayatta kalma şansı daha fazla olur böylece...” Ve abim, Zvornik yakınlarında vuruldu, ben ise hayatta kaldım... Son yirmi seneden beridir, o anda farklı yapabileceğim bir şey olup olmadığını her gün kendime soruyorum...”
*** İlyas, şokta gibi duruyor, sanki de bu olaylar dün olmuş gibi... “Bir kavşaktaydım abimle ve o bana ölüm-kalım meselesi olan bir konuda soru soruyordu. Ben ona yanıt veremedim. Verebileceğim herhangi bir yanıt ya da öneri, bir hata olacaktı. O gün iyi seçimler yapmanın mümkünatı yoktu...”
*** Bunu kimse inkar etmiyor... Ormandaki yolculuk tehlikelerle doluydu... Srebrenitsa’dan ayrılan son kişi olsa dahi, kendisi ve grubu altı gün içerisinde Tuzla’daki Özgür Bölge’ye ulaştı – bu, benzer bir yolculuk yapmaya çalışan binlerce insandan daha çabuktu... İlk günden son güne kadar sürekli olarak kurşunlar altında kaldıklarını, suların zehirlendiğini, keskin nişancılar ve mayınlarla karşı karşıya kaldıklarını hatırlıyor. Kraviça yakınlarında 500-1000 civarı erkeğin ve oğlan çocuğunun öldürülmüş olduğu bir pusuya da tanık olmuş. Önünde ve arkasında uzanan patikalar, ölü bedenlerle doluymuş. Artık hekim meslektaşlarına yetişmiş ve ilerlerken de yaralılara bakıyorlarmış, yürüyemeyenleri de taşıyorlarmış... “Korkunç bir duyguydu – insanlara yardım edememek yani...” Ancak çabalarının pek çok hayatı kurtarmış olmasından da gurur duyuyor.
*** “Özgür bölgeye vardığımda, herhangi bir mutluluk duymadım. Yaşamış olduğum bütün deneyimler o kadar güçlüydü ki, bunlar mutluluk duygusu beklentisinden çok daha güçlüydü... Hala mutluluk duymuyorum, aradan 20 sene geçmiş olmasına karşın...” diyor. O dönemin hatıraları travma yüklü... Hayatta kalmış olanlar deneyimlerini aktarırken, hayatlarında yaşadıkları en korkunç anları aktarıyorlar... Ancak İlyas, duyduğu acıya karşın tınmıyor kendi nedenleri hakkında... “Susmaya hakkımız yoktur. Tanıklık etmeliyiz... Eğer savaş esnasında bir hekim olma misyonum varsaydı, o zaman bu cinayetlerden sonra misyonum da bir tanık olmaktır... Hikayelerimizi anlatarak, belki de kendi hikayelerini anltamak için hayatta kalamayanlara yönelik borcumuzu ödüyoruz... Ve kendi hikayemizi anlatarak, gelecekte benzer şeylerin meydana gelmesini önlemeye yönelik ihtiyadımızı empoze ediyoruz... Çünkü bunlar yazılmazsa, sanki hiç yaşanmamış gibi olacak...”
Dr. İlyas Pilav
(SREBRENİCA.ORG.UK’den özetle derleyip Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).