Yaş 51…

Eskiler, birine “yaşın kemale erdi” demek için, 50’li yaşlara adım atmasını beklerlermiş… Hatta “kemale ermediğine”(olgunlaşmadığına) inandıklarını kahvehaneye bile sokmazlarmış… Şimdi dönüp geçmişe bir bakıyoru

Eskiler, birine “yaşın kemale erdi” demek için, 50’li yaşlara adım atmasını beklerlermiş… Hatta kemale ermediğine”(olgunlaşmadığına) inandıklarını kahvehaneye bile sokmazlarmış…

Şimdi dönüp geçmişe bir bakıyorum da; bizim çocukluğumuzda “kemale erenler”in suratlarında abartılı bir ciddiyet olur; durduk yerde kaşları çatılırdı… En büyük belirti buydu anlayacağınız: Katı ve ciddi olmak!..

Bir de kendime bakıyorum; Bu gidişle benim “kemale ereceğim” yok!..

Her şey komikleşti mi ben mi öyle görüyorum…

Ciddi olayım diyorum ne mümkün…

Eskiden “Karadeniz’de gemilerin mi battı?” derlerdi ya; şimdi “Akdeniz de Piri Reis’in mi kayboldu?” diyorlar… Hade gel de ciddi olmaya çalış…

Kendi adamlarına bile hüküm edemeyen bir Hükümet düşünün…

Meclisin görevlerini bir elçilik ve yardım heyetinin üstlendiğini; hükümetin işlevini bizden sorumlu” yabancı bir bakana devrettiğini düşünün…

Her ay sonu maaş bile ödeyemezken; denk bütçeden, kalkınmadan söz edenleri hatırlayın…

Atılan Hamasi nutukların ne kadar boş ve anlamsız olduğuna bakın…

Düşünün, hatırlayın ve bakın… Ondan sonra da ciddi olmaya kalkın… 

Yok yok, bu ülkede yaşananlara baktıkça gülmeden duramıyorum…

Böyle giderse kemale eremeden mezara ereceyik anlaşılan…

 

 


ŞİİR TELEVİZYONU

 

 

 

 

40. Yaş

 

Soluduğum küflü toprak, sarı kına…

Dağdan kum, ovadan kül…

Dumana yatırılmış bir çift ciğer…

Madenci solucan cesetleri

yüzer bronşlarımda.

Her öksürük bir patlama…

Boğazımda gaz sızıntısı

       -ateşle yaklaşmayın-

öldürücüdür sıkıştırılmış sözcükler…

 

Yalnızlığa direnen

zeytin ağacı kollarım…

Terleyen yapraklarım,

tütsü tutmaz…

Ayaklarım çivili, çatlamış toprağa,

Yatağı kurumuş kan dereleri

kılcal damarlarım…

Gözümde seğiren

yılların ağırlığıyla

titrer yorgun parmaklarım…

Yitirdiğim anahtarlardan

arda kalan kilitler

birikmiş boynumda,

taşıyamıyorum bu hafifliği …

 

Bedenleri ruhundan yaşlı

ölümler yandı

kırk yılın alevinde…

Çok yıldızlar kaydı

savrulan küller arasından

        -dilek tutayım diye-

 

İnadımdan tutmadım…

Artık hesap da tutmayacağım…

(Benimle) hesabı olanlar unutsun

alacaklarını…

 

Yalnızca birkaç soru:

Silinmemiş kaç parmak izim kaldı;

kaç el sıvazladı sırtımı;

kaç küfür, kaç övgü duymuşum;

kaç tırnak kazmış kuyumu;

sevince mi, hüzne mi daha çok akmış

gözyaşlarım;

alın terimden az mıydı, çok mu?

Hangisinin daha yakıcıydı tuzu?

Selamladığım kuşlardan fazla mı

göçüp giden dostlarım;

balıklardan çok mu sevdim maviyi?

Kaç kalp kırdım

camdan fanuslar içinde ışıyan?

Dudak uçlarım seğirmeden

kaşlarımı çatabildim mi?

Kaç kez utanç duydum, nasırları

incelmiş diye çocuk avuçlarımın…?

 

Bugünden sonra

geride kalmalı sorular…

Hiç kimsenin hakkını yememişim!..

Aferin…ama

verebildim mi aşkın hakkını?..

  

 

Yaprakları kızarmış bir

sonbahar ağacı mıyım?

Köklerim ne kadar uzun,

ne kadar çürümüş gövdem?

 

Artık soru sormayacağım…

Kendi çarmıhına gerilsin sorular…

Arkada bıraktığım

kırk acar yılın hesabı ağır,

artık hesap tutmayacağım!...

 

Bir kırk yıl daha çalışmalıyım

sırları dökülmüş odamdan kaçıp…

Kurduğum düşler arkada kaldı;

yürüdüğüm yollar da…

Tabanlarıma yapışan dikenlerle

çizip; yaseminle süsledim

Yeni Canharitamı

Yapıştırdım anlıma:

 

Ders: Coğrafya...

Konu: İnsanistan...

Renk: Mavi…

Koku: Deniz…

Aşk: Sonsuz…

 

3 Ekim 2000

 

 

 

 

 

Arşiv Haberleri