Eskiler, birine “yaşın kemale erdi” demek için, 50’li yaşlara adım atmasını beklerlermiş… Hatta “kemale ermediğine”(olgunlaşmadığına) inandıklarını kahvehaneye bile sokmazlarmış…
Şimdi dönüp geçmişe bir bakıyorum da; bizim çocukluğumuzda “kemale erenler”in suratlarında abartılı bir ciddiyet olur; durduk yerde kaşları çatılırdı… En büyük belirti buydu anlayacağınız: Katı ve ciddi olmak!..
Bir de kendime bakıyorum; Bu gidişle benim “kemale ereceğim” yok!..
Her şey komikleşti mi ben mi öyle görüyorum…
Ciddi olayım diyorum ne mümkün…
Eskiden “Karadeniz’de gemilerin mi battı?” derlerdi ya; şimdi “Akdeniz de Piri Reis’in mi kayboldu?” diyorlar… Hade gel de ciddi olmaya çalış…
Kendi adamlarına bile hüküm edemeyen bir Hükümet düşünün…
Meclisin görevlerini bir elçilik ve yardım heyetinin üstlendiğini; hükümetin işlevini “bizden sorumlu” yabancı bir bakana devrettiğini düşünün…
Her ay sonu maaş bile ödeyemezken; denk bütçeden, kalkınmadan söz edenleri hatırlayın…
Atılan Hamasi nutukların ne kadar boş ve anlamsız olduğuna bakın…
Düşünün, hatırlayın ve bakın… Ondan sonra da ciddi olmaya kalkın…
Yok yok, bu ülkede yaşananlara baktıkça gülmeden duramıyorum…
Böyle giderse kemale eremeden mezara ereceyik anlaşılan…
ŞİİR TELEVİZYONU
40. Yaş
Soluduğum küflü toprak, sarı kına…
Dağdan kum, ovadan kül…
Dumana yatırılmış bir çift ciğer…
Madenci solucan cesetleri
yüzer bronşlarımda.
Her öksürük bir patlama…
Boğazımda gaz sızıntısı
-ateşle yaklaşmayın-
öldürücüdür sıkıştırılmış sözcükler…
Yalnızlığa direnen
zeytin ağacı kollarım…
Terleyen yapraklarım,
tütsü tutmaz…
Ayaklarım çivili, çatlamış toprağa,
Yatağı kurumuş kan dereleri
kılcal damarlarım…
Gözümde seğiren
yılların ağırlığıyla
titrer yorgun parmaklarım…
Yitirdiğim anahtarlardan
arda kalan kilitler
birikmiş boynumda,
taşıyamıyorum bu hafifliği …
Bedenleri ruhundan yaşlı
ölümler yandı
kırk yılın alevinde…
Çok yıldızlar kaydı
savrulan küller arasından
-dilek tutayım diye-
İnadımdan tutmadım…
Artık hesap da tutmayacağım…
(Benimle) hesabı olanlar unutsun
alacaklarını…
Yalnızca birkaç soru:
Silinmemiş kaç parmak izim kaldı;
kaç el sıvazladı sırtımı;
kaç küfür, kaç övgü duymuşum;
kaç tırnak kazmış kuyumu;
sevince mi, hüzne mi daha çok akmış
gözyaşlarım;
alın terimden az mıydı, çok mu?
Hangisinin daha yakıcıydı tuzu?
Selamladığım kuşlardan fazla mı
göçüp giden dostlarım;
balıklardan çok mu sevdim maviyi?
Kaç kalp kırdım
camdan fanuslar içinde ışıyan?
Dudak uçlarım seğirmeden
kaşlarımı çatabildim mi?
Kaç kez utanç duydum, nasırları
incelmiş diye çocuk avuçlarımın…?
Bugünden sonra
geride kalmalı sorular…
Hiç kimsenin hakkını yememişim!..
Aferin…ama
verebildim mi aşkın hakkını?..
Yaprakları kızarmış bir
sonbahar ağacı mıyım?
Köklerim ne kadar uzun,
ne kadar çürümüş gövdem?
Artık soru sormayacağım…
Kendi çarmıhına gerilsin sorular…
Arkada bıraktığım
kırk acar yılın hesabı ağır,
artık hesap tutmayacağım!...
Bir kırk yıl daha çalışmalıyım
sırları dökülmüş odamdan kaçıp…
Kurduğum düşler arkada kaldı;
yürüdüğüm yollar da…
Tabanlarıma yapışan dikenlerle
çizip; yaseminle süsledim
Yeni Canharitamı …
Yapıştırdım anlıma:
Ders: Coğrafya...
Konu: İnsanistan...
Renk: Mavi…
Koku: Deniz…
Aşk: Sonsuz…
3 Ekim 2000