YAŞAM REDDİ!..

Dilek Karaaziz Şener

Bir haftayı daha geride bırakırken, olan biten ne varsa geriden kalan günlerden, zihninize hücum ediyor, bir cumartesi sabahında…

Kaçmaya çalışsanız da dünya ahvalinden, gelip yakalıyor sizi herhangi bir görüntü düşüncelerinizden…
Ne çok yazılması gereken cümle olduğunu görüyorsunuz, düşüncelerinizin penceresinden…

Sonrasında, başlıyor kafanızın içinde sorular uçuşmaya ve götürüp bırakıyor her soru cevaplarınızı bir boşluğa…

Boşluğun içinde yükselen bir kuleden bakıyor çoğu insan dünyaya… Olağan Cuma gecesi, televizyon kanallarındaki kısa gezmece turundan, havanda ezilen bir tutam nane gibi pörsümüş, yatağınıza uzanıyorsunuz. Cumartesi sabahı kalktığınızda, yaşam sizin için rotasını rutinde belirlemişken, geceki kanal gezmelerinin, dolaşmalarının içinden çıkılmaz bir arka sokağa, düşüncelerinizi sürüklediğini, ister istemez kabul ediyorsunuz. Uzakta belli belirsiz kestirebildiğim bir yerlerde, bombalar patlarken, çocuk çığlıkları çınlıyor kulaklarımda…

Bellek, insana oyunlar oynayan “kaçınılmaz” bir kayıt cihazı gibidir. Gördükçe, duydukça, yaşadıkça kayıt altındadır her şey… Neyi kaydedip neyi kaydetmeyeceğini seçme şansına sahip olduğunu düşünür, çoğu insan… Hâlbuki böylesi “koca bir yalan” günlük avuntudan öteye geçemez. Unutmak istedikleriniz rastlantı eseri bir şekilde gelir ve önünüze çöreklenerek adım atmanızı zorlaştırır.

Kimilerinin başka bir âlemde, hani son dönemin eğilimi paralel evrenin olduğu bir yerlerde yaşadığına inanıyorsunuz, gün geçtikçe…

Televizyonlarda, bir yanda kurgulanmış siyaset meydanlarında (sahnelerinde) avazı çıktığı kadar bağırıp çağıranlara rastladıkça gömülüyorsunuz koltuğunuza… Zaten dibine kadar oyulmuş bir kabak gibi, derinleşen gündemden canınız sıkkın, başka bir kanala atlarken karşınıza çıkan ilginç tiplere bakıp, uzaylıların ne zaman ülkeyi istila ettiği, sorusunu soruyorsunuz kendinize… Sahi hangi gezegenden çıkıp gelmiş olabilir, tuhaf moda yorumları yapıp, karşılarında duran (dikilen) gencecik insanları, bir tür “turşu kur” suyuna batırıp batırıp, acılı sirkenin nüfuz ettiği bir biber gibi sallayıp duran kişiler?

Sonra, en azından biraz olsun gülmek için daldığınız bir sahnede, tokat gibi yapışıyor yüzünüze, çağdaş insanın (!) trajik komik günlük halleri… Güldür güldür kahkaha atıyorsunuz, sahnedeki oyuncunun kendinize benzeyen “oyunculuk” hallerine… Bir diğerinde ise devamlı halay kafası yaşanıyor. Eline mikrofonu alan sahneye fırlıyor ve ardından da yerinde duramayan küçük bir grubu sürüklüyor. Sanki bir uzay kapsülüne sıkışıp kalmışlar izlenimi veren ilginç insanlar topluluğu, atlayıp, zıplayarak bir tür sağaltım sürecinde tepinip duruyorlar.

Sonunda kafanız şişiyor ve dokunuyorsunuz kumandanın düğmesine ve hepsi geldikleri gibi gömülüyorlar ekranın karanlığına… Tüm bunları anlattığım bazı kişilerin de “sadece belgesel izlerim” cümlesine karşı içimde uyanan tuhaf kurabiye canavarı hallerimi de, buraya yazmadan geçemeyeceğim. Kurabiye yer gibi ağzıma atmak ve bir fincan kahveyle mideye indirmek isterim bu sözleri… Çok fazla kurabiyenin hazımsızlık ve kahvenin de uykusuzluk yapacağını düşünerek, bu sözlerin aklıma düştüğü andan başlayarak hafifçe frenine basarım, duygularımın…

***

Ama gerçek şu ki: dışarıda bir yerlerde, evinizin duvarlarına gömülen sizden çok uzaklarda, belki de hemen aşağıda şehrin merkezine uzanan yolun üzerinde, kenarında köşesinde, ana caddenin kalabalıklığında, şehirlerin meydanlarında, kırsalın kuytularında yaşanıyor, az önce “zaplayıp, zuplayıp” derin bir oh çekerek, tek bir tıkla gömdüğünüz görüntüler…

Mümkün mü, tüm bunları televizyon kumandasına dokunan işaret parmağınızla, gerçek dünyadan da silebilmek?! Nerede yaşamak istiyorlarsa orada yaşasınlar, diyerek, karanlık bir ekrana kilitlemek?
Tabi ki mümkün değil!

Etrafımdaki birçok kişi artık televizyon izlemiyorum, gazete okumuyor derken, ben de düşünüyorum: böylesi bir yaşam lüksünü bulmak olası mıdır? Nirvana’ya erişmek bu olsa gerek?!

Ne yazık ki algılarım kapalı yaşayamıyorum şu tuhaf dünyaya ve her gün yeniden, yine dalıyorum ekranlara… Televizyon değilse bile, bilgisayar ekranının enfes vanilya kreması kıvamındaki büyüleyici kokusunun ardından gidiyorum. Alışkanlık yapar ya tatlı bir süre tüketildikten sonra insan bedeninde… İşte bu alışkanlıkla dalıyorsunuz gündeme… Ekranlara endeksli yaşam üslubunuzla övünerek, gündemden uzak kalmadığınızla böbürlenerek dalıyorsunuz imaj kargaşasına… İzliyorsunuz, görüyorsunuz, duyuyorsunuz, belleğinize kaydedip sorguluyorsunuz.  Teknoloji sayesinde, nerede bir olay varsa, hemen gözünüzün önüne gelip, sizi esir alan bir madalyon gibi sallanıp, hipnotize ediyor görüntüler izleyenleri…

İşte bu aşamada, genç bir insanın veda görüntülerine takılıp kalıyorum. Geride kanlan haftanın son iki gününü Mehmet Pişkin’in iradi ölümden önceki son dakikalarını izleyerek geçirdim. Ölmeden önceki bir insanın, veda cümlelerinin kaydıydı söz konusu video… Ölüm, şu hepimizde her zaman var olan özne, Pişkin’in gözlerinden belleğinize yerleşiyor. Cuma gecesinden kalan curcunadan sonra, sabah kalktığımda hayatımda olan herkese teşekkür ederim, diyen sözleri ezberime sinen kadar tekrarlıyorum. Etkilenmemek mümkün değil!
Cümlelerden uzaklaşmak için, elime aldığım kitabın bile, bilinçaltı bir istemle elimi raftaki hangi kitaba doğru uzattığını, ancak, birkaç sayfa okuduktan sonra farkına varıyorum. Ah Shakespeare söyle bana bütün meselenin ne olduğunu! 1600 yıllık uykusundan uyanıyor ve fısıldıyor Hamlet: “Olmak ya da olmamak: işte bütün mesele bu!”

“Kör talihin darbelerine ve sıkıntılarına dayanmak mı daha onurlu olur ruh için, yoksa acılar ummanına karşı silahlanıp bir yaşam reddiyle onlara bir son vermek mi?”

Ölmek uyumak, hepsi bu derken; başımı kitaptan ve yazıdan kaldırıp yine gömülüyorum bilgisayardaki bir gazetenin sayfalarına ve ilk rastladığım haberle gördüğümüm bir düş, okuduklarımın da bir rüya sahnesine ait olmasını umut ediyorum:
“Mehmet Pişkin’den sonra, bir intihar da Adana’da…”

Tüm bu insanlar, hepimiz gibi, yaşamlarına bir ev’i yitirerek başlamışlar ve bir başka ev’i yitirerek veda etmeyi seçtiler. Hepimiz yürüyoruz bilinen sona doğru, peki, bu kadar hızlı koşmak niye?!