Son zamanlarda – özellikle de sahipsiz köpeklerin, sokaklara aç susuz terkedilip atılması beni deli ediyor… İnsanımıza neler oldu, neler oluyor bir türlü anlayamıyorum…
Eskiden, hayret ve hayranlıkla izlediğim – etkilendiğim: insanımızın büyük bölümünün, hayata – insana ve hayvana verdikleri değer ne güzel örnek olurdu çocuklar ve gençlere… Bir hocamız vardı, bize hep şunu öğütlerdi:
“Hayata verdiğiniz özel yer, yalnız insan hayatı ile sınırlı olmasın… İnsanla – insanı, insanla - hayvanı, insanla – ağacı, ağaçla fungusu birleştiren o altın zinciri, o tanrısal bağı yüreğinizin gözleriyle görün” derdi. Bu konuda verdiği bir kompozisyon ödevini, “Saint Exupery’nin Küçük Prens” adlı kitabından “Gerçeğin mayası gözle görünmez. Ancak, yüreğiyle, baktığı zaman görür gerçeği” cümlesi ile bitirmiştim. Bu ödeve tam not verişini değil ama yanıma gelip saçlarımı okşayışını hiç unutmadım.
BAZI İNSANLAR VARDIR Kİ…
Evet, bazı insanlar vardır ki, “bu bağı” yalnız görmekle kalmaz, damarlarındaki kanda kemik iliklerinde hissederler… Yalnız başka insanlarla değil, ağaçlarla da akraba olduklarını bilirler. Adına, ‘ister Allah ister Tanrı’ deyin, evreni yaratan hayat gücü olduğunu ve bu gücün de balıktan – kuşa, ağaçtan – insana kadar… varolan her canlıda bir başka biçimde bulunduğunu… Ve hepimizin, tanımlanması, kişilendirilmesi imkansız olan o bütünün, o kutsal varoluşun bir parçası olduğunu sezerler… Bu insanlar ötekilerden farklıdır, hayata bakışlarında, çevreyle ilişkilerinde…
Ne olduğunu tam anlamasak da hemen hissederiz bu farklılığı…
Mevlana’nın, çok sevdiğim saygı duyduğum bir davranışı var: Çocukların huzurunda sarığını çıkarıp, saygı ile eğildiği söylenir. Neden böyle davrandığını soranlara: “Çocukların yüzünde Tanrı’yı gördüğünü söylermiş…
Hindistan’da, bazı mistiklerin de, yürürken hep yere baktıkları ve adımlarını çok dikkatli attıklarını görenler, kendilerine nedenini sorduklarında, “yerdeki böcekleri çiğneyip öldürmemek için” yanıtını alırlarmış…
Başka canlılara zarar vermemek düşüncesi, canlarının – kendimizle ve bizim de bir parçası olduğumuz, “o muhteşem bütünle” ilgili olmasından kaynaklanmaktadır…
Kökleri, binlerce yıl gerilere dayanan bu mistik inanç, giderek bilimsel olarak da kanıtlanma noktasına gelip dayanmıştır. Nezle virüsünden – ısırgan otuna, Makak maymunundan, Dünya Güzelli Kraliçesi’ne kadar, yeryüzündeki her organizmanın DNA sına – yani, hücrenin içindeki, “genetik kodu taşıyan özel proteinde”, büyük benzerliler görmekte ve bu benzerlikler tüm canlıların, bir “ortak varoluş kaynağına” dayanması gerektiğine işaret etmektedir…
Bu kaynak her ne ise – ki, çağlar boyu insanlar ona başka başka isimler vermişlerdir – bir ve tektir ve hepimizin özüdür… Çocuklarımıza bu bilinci verebilirsek, ezdiğimiz her karınca ile, bir parçayı da yok etme durumunda olduğumuzu anlatabilsek, dünya bambaşka bir yer olurdu…
AMA…
Bir örnekle devam edeyim:
İşte evrenin bu kopmaz bağını taa yüreğinde hisseden insanlardan biriydi Chico Mendez. Ve, bu yüzden de, Brezilya’da ‘yağmur Ormanları’nı kurtarmak için verdiği mücadele sırasında, ‘kereste mafyası’ tarafından kiralanan katillerce öldürüldü…
O güzelim ağaçları kesmek için geldiklerinde, kendisini ağaca bağlayan ve gece gündüz pes etmeden, öldürüleceğini bile bile, Dünyanın dikkatini “Amazon Yağmur Ormanlarının” uğradığı yağma üzerine çekmeye çalışan bu adamı “kafadan kaçık” olmakla suçlamak kolay…
Neymiş yani orman dediğin? Uğruna ölmeye değer mi? Alt tarafı birkaç ağaç değil mi? Ama, “ekolojik dengenin” ne olduğunu e hayatımızın bu denge üzerinde nasıl cambazlık yaptığını bilenler böyle düşünmüyor…
Ormanlarla birlikte, milyonlarca canlının habitatı ve bu habitatta yaşayan canlı türleri yok olacak. Dünyada var olan canlı türlerinin (% 80)i yok olduğu zaman, ekolojik dengenin bozulacağını ve insan hayatının devamının da mümkün olmayacağını söylüyor bilim adamları… Çünkü, her canlının hayatı bir yanındaki ilk sıkı sıkıya ilişki içinde…
Sayalım ki, bu bilim adamları ne dediğini bilmiyor ve bütün o türler yok olsa da, biz yine o sabah kalkıp, gazetemizi okurken kahvemizi yudumlayacağız…
***
Ekmeğimizin mayalayacak maya – ki, bu canlı türlerden yalnızca birisidir – olmasa da inat edip yaşayacağız… Kim neylesin öyle hayatı!
Amazon’a hiç gitmedim, Afrika’ya da. Belki de hiçbir zaman gidemeyeceğim… Filleri de göremeyeceğim ama, filleri, beyaz balinaları, çitaları, Benekli Baykuşu, başı dumanlı kayın ormanları olmayan bir Dünyada, nasıl yaşarım… Nasıl yaşarız… Hani, bir okul şarkısı vardı: “Gitmesek de görmesek de, o köy bizim köyümüzdür…” Bu da böyle bir duygu benim için… (Ve, dilerim çoğumuz için…)
O filler, dağ aslanları, timsahlar hep benimdir… Benim çocuklarımın, torunlarımın, benim insanlarımın, benim dünyamın, benim evrenimindir…
***
Nedense pek çok ülkede olduğu gibi bizde de ‘hayvan sevgisi’nden söz etmek çoğu kez tepkiyle karşılanır. Ör: birine, “köpeğim öldü, çok üzgünüm” dediğinize pişman olursunuz, “Ama be kardeşim, insanlar ölüp ölüp gidiyor, bir köpeğe üzülünür mü?” diye kederinize ambargo konur.
Yılını unuttum ama bir olay hatırlıyorum çok canlı olarak: Antartika’da buzullar arasında sıkışmış bir balinayı kurtarmak için bir sürü örgüt seferber olmuş ama bazılarınca bu durum çok eleştirilmişti: “Neydi canım, bir balina için onca çaba!!!”
Oysa sorun, bir balinanın kurtarılması değildi yalnızca… Sorun, hayata – bir canlıya – gösterilen saygıydı… Düşünebilir misiniz bir garip balinaya acıyan yürek aç çocuklar – insanlar için neler yapmaz…
Keşke insanlık o şuura varsa… o zaman doğamız kirlenmeyecek, zehirli atıklarla yok olmayacak, kadınların her süslü mantosu için, (18) çita öldürülmeyecek, filler sırf o (2) beyaz diş için telef edilmeyecek, gergedan avcıları, bu zavallı hayvanların boynuzlarını, toz haline getirip – erkeklik güçlerini artırmak için içkilerine katamayacaklar…
***
Sakın unutmayalım: Evrende her şey, birbiriyle ilişki içindedir.
Ve,her gün değişen yüzü, hiç değişmeyen özü ile bize bir şeyler anlatmaya çalışıyor…
Bu sese kulak verelim…
***
Adamın biri sevgilisine, “seni köpeğim kadar seviyorum” deyince, kadın buna çok gücenip adamı terk etmiş… Oysa, adam, köpeğini pek çok severmiş…
Ben de bu günlerde size “sizi Bobiş kadar seviyorum” dersem sakın kızmayın… Çünkü bu, “Sizi çok, pek çok seviyorum” demektir.
Bahçemdeki erik ağacını, dalında durmadan öten küçücük kuşları dallarına tırmanan tırtılları da…
KENDİYLE YARIŞAN BİR MARATON…
9. KIBRIS TİYATRO FESTİVALİ…
Bir kez daha yaşadık L.B.T’nun düzenlediği “Kıbrıs Tiyatro Festivsali”ni – dokuzuncusunu… Ölüm, yaşam,düş, gerçek, nefret umut ve sevginin iç içe yaşandığı… Biz ayırdına varmasak da yaşadığımız dünyada da böyle değil mi zaten…
Özellikle de ahlakın, şiddete dönüştüğü dünyamızda… Ve, ülkemizde… (Unutulmaması gerekir ki, bir kenara sinerek, el altından politikacılar vb. biat ederek kendinizi ve sevdiklerinizi kurtaramazsınız. “Var olmanın tek şekli içinde bulunduğumuz sefil durumu anlamaktır…”
KENDİYLE YARIŞAN BİR MARATON…
İzlediğimiz oyunlar gerçekten de çok iyi seçilmiş. İnsanı alıp bir yerlere götürüyor. Kendi dünyamızda bir yerlere ve oradan da bilinçaltımıza, anılara, düne, bugüne… Belli ki seçilen oyunlar, titizlikle seçilmiş…
Çoğu kez yaptığım gibi, oyun sürecinde ya tek bir sözcük ya da kısa bir cümle yazarım. Bu oyunlarda da yapmaya çalıştım ama üzerime öylesine bir abandılar ki!.. Durmadan bir yerlere çektiler beni… Kendi dünyamızda ve ülkemde bir yerlere… Oradan da, bilinçaltıma, anılara, düne, bugüne… (Taa, çocukluk, gençlik yıllarımdan – bugüne…)
Aslında, çok isabetli, mükemmel oyunların seçiminin de rolü var bu şölende… (Bu bağlamda bütün yaşamını ve sevdasını tiyatroya adamış Yaşar Ersoy’un da… Ona toplum olarak o kadar çok şey borçluyuz ki bu konuda… Açılışta Lefkoşa Belediye Başkanı’nın da ifadesiyle gelecek yıla tamamlanacak olan “Modern Tiyatro Binamız” toplumumuzun onur merkezi olacaktır…)
***
Bu tiyatro maratonunda beklentim, her oyunu yutar gibi izlemek ama “Genco” ve “Vanya Dayı”ya karşı da içimde daha bir heyecan ve kıpırtılar vardı. Genco Erkal yine soluk kesiyordu, Aziz Nesin’le birlikte… O, Türk Tiyarosu’nun gerçek bir mucizesidir… Ve, Vanya Dayı… Çehov’un, ünlü klasik oyunu… Oyunları, yoruma açık Çehov, Vanya Dayı’da ‘ya sürekli geçmişi ananları ya da, hiç gerçekleşmeyecek bir ‘yarını’ sahneye taşımış. Selçuk Yöntem’i, Aşk-Memnu’daki rolüyle karıştırmayanlar, bu klasik başyapıtta ilgi ile izleyip, alkışlamışlardır… Ama, hakkını teslim etmek, yürekten kutlamak gerek LBT’nu… Her oyun bir başyapıttı… Ve, o devasa şölenin bir parçası idi: Böylesi bir sanat şölenini bize sunanlara yürekten teşekkürler…
İNANÇ ve TUTKUYLA YAPILDIĞI SÜRECE…
Toplumların bilinçlenmesinde, tiyatro sanatının işlevi artık herkesçe biliniyor. Bu işlevinin daha bir güçlenmesi için neredeyse ilk festivalinden bu yana vurgulanan bir olguyu da gerçekleştirdi LBT bu yıl: Atölye çalışmalarını… Bu çok önemli çalışmanın artık her yıl süreceğine inanıyor ve çok seviniyorum… çünkü,
“İdeolojik kavramlar ve estetik değerlerin sentezinden soluklanacak bir tiyatro ileri görüşlerin bir dayanağı olacaktır. (Şimdi yazarken aklıma geliverdi: Keşke Atatürk “Dil Raformu” gibi “Sanat Reformu” da yapsaydı. Biz aynı şeyi yapamaz mıyız? Çünkü tiyatroyu, sahneli, dekorlu bir yerde… Süslü yazılmış sözleri ezberleyip söylemek sanıyor çoğumuz…
Gerçek sanata, öz sanata doğru… Sanatta halka doğru… Yeni, yepyeni bir ‘Sanat Devrimi’ yöntemiyle…
Gelişme sürecindeki ülkelerde, sanatın, ‘kısır bir döngü’ içinde kaldığı doğrudur. Böyle toplumlarda tiyatroya yönelik çalışmaların olumlu aşamalarından geçmesi için, öncelikle sanatçı ve toplum arasındaki ilişkinin, “belli bir bilinç düzeyinde” kök salması gerekmektedir; ancak, böylelikle ortaya konan ürün, gerçekleri vurgulayacaktır. (Lefkoşa Belediye Tiyatrosu bu bağlamda çok önemli adımlar atmıştır. Bu yıl bunlara çok ilgi gören atölye çalışmalarını da ekleyerek…)
***
Bizim insanımız, yıllardır artarak büyüyen sevgisizlik, dostluk, barış ve gelecek endişesi içinde… Her geçen gün daha da yalnızlaşmakta, tüm umudunu yitirmektedir; çünkü, tüm ağırlığıyla üzerine abanan sistem, sadece bazı tüketim malları ve özelleştirmeler değil… hem toplumsal ilişkiler hem de insanımız üzerindeki tahakküm ve bağımlılığı artırmaktadır. İnsanımız sanki giderek daha bir yapayalnızlaşıyor.
Oysa, yaratılması gereken, insanlarımız arasında sevgiye dayanan, eşit, şiddetten arınmış insan ilişkilerini yeniden kurmaktır… Bu, gittikçe öksüzleşme ve çıkmaz sokaklara itilmeye son verilmelidir.
İşte, bu noktada, “Sanata – sanatçıya” çok iş düşmektedir. Başta da tiyatroya; çünkü, tiyatronun inançla ve tutkuyla yapıldığı sürece, insanın kendini yakalayabileceği tek olgudur. (O yüzden, LBT’na yürekten teşekkürler bir kez daha…
Keşke bu eşsiz festival, bir süre daha sürebilseydi… Ve Kıbrıs seyircisi doyasıya bu sanat şöleninden nasibini alsaydı…