Bir flaneur gibi dolaştığın bu kentte aslında hep uzaktan gelecek mektupları beklerdin. Başka bir ses, başka bir renk içeren mektuplar… Senin başkalık arayışın belirgin bir özlemden kaynaklanmıyordu. Kendinden kaçış arayışı içinde hiç olmamıştın. Yanılsamayı tanıyacak kadar akıllı, arzuyu derinlemesine yaşayacak kadar cesurdun. Kısacası, biriktirilmiş veya yaşanmamış özlemlerin insanı değildin. Yine de başkalığı özlüyordun işte…
“İnsanın nerede yaşadığı önemli değil, nasıl yaşadığı önemlidir” denildiğinde dudaklarının ucuna ironik bir gülümseme kondururdun. “Böyle bir lafı ancak kitabi acemiler söyler” anlamına gelen gülümseyişin nihilizm ile bilgelik arasında gidip geliyordu. Ve tabii o lafı edeni anında berbat ederdin, öfkeyle “öyle yerler vardır ki, ancak böyle ‘nasıllar’ üretirler” derdin. Evet, bunu anlamayıp kitabi hayatlar anlatanlara müthiş öfkelenirdin. En çok da Kostantinos Kavafis’e…. Neydi o şiir öyle!: “Yeni yerler bulmayacaksın, başka denizler bulmayacaksın/Şehir arkandan gelecek/Aynı sokaklarda dolaşacak/Aynı mahallelerde yaşlanacaksın/Ve aynı evlerde ağaracaksın…”
Onu hem korkak, hem de acımasız bulurdun. Belli ki, İskenderiyeli şair bu adadan hiç geçmemişti. Böyle bir yere mahkûm olmuş birine böylesi şiirler sunmayı acımasızlık olarak görürdün. Kavafis’in o şiirde kendini anlattığını düşünür, onu Çehov’un “kız kardeşlerine” benzetirdin. Onlar nasıl sürekli olarak mırıldanıp duruyor ve Moskova’ya bir türlü gitmiyorsa, Kavafis de öyle mırıldanıp duruyor ve bir türlü kendi hayatını yaşayamıyordu. Kaderine boyun eğmiş bu adam, tutmuş, bize “ömrünü nasıl tükettiysen burada bu köşecikte, öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de” diyordu.
Kavafis’in seni en çok kızdıran şiirlerinden biri de “nasıl yaşamak” konusunda başkalarına akıl verdiği bir şiiriydi: “Eğer hayatını istediğin gibi kuramıyorsan/En azından bu kadarını olsun yapmaya çalış” diyerek yaptığı şu tavsiye sinirlerini her zaman bozardı: “Rezil etme onu/ Dünyanın çoklu ilişki ve bağlantılarında/ Bol hareketlerde ve bol gevezeliklerde/Rezil etme onu/götürüp getirip sık sık teşhir edip gündelik hayatın saçma sapan ilişkilerine/ Yorucu bir yabancı olana kadar…”
Hem aynı yerde çakılı kalacaksın, hem de rezil etmediğin bir hayat yaşayacaksın! Lefkoşa sokaklarında dolaşırken en çok bunları düşünürdün. Bu ülkede yaşayan bir insandan böyle bir şey nasıl istenebilirdi ki! Bütün kasvetiyle insanın üstüne çullanan, elli yıldır yaralarını sarmaktan aciz bu ülkede ömür tüketirken bundan “bilgelik” üretmeye çalışmak canını sıkardı. Sen, bu şiirde narsis, kendini beğenen ama kendine güvenmeyen birinin mırıldanmasını görürdün ve ellerini kirletmekten korkan birinin bilgelik taslamasına isyan ederdin. Bunlar ancak yaşamaktan ve yaşamdan korkan birinin ağzından çıkan sözcükler olabilirdi…
Evet, Lefkoşa’da aylak aylak dolaşırken durmadan Kavafis ile kavga ederdin. Bu kentte çakılıp kalmışken kimsenin seni mutlu olmaya ikna etmesine tahammülün yoktu. Hiç kimse seni başka bir şehrin, başka bir hayatın mümkün olmadığına inandıramazdı. Kavafis bile…
Ne var ki, Kavafis ile tutuştuğun kavgalarda şair bazen karşına öyle şiirlerle dikilirdi ki, nerede mi nasıl mı yaşamak sorusu iyice karmaşık bir hal alırdı. Nerede yaşarsak yaşayalım nasıl yaşadığımızı tayin eden “güçlerle” çevrili olduğumuzu, üstelik bu güçlerin kendi içimizde oturduğunu, dolayısıyla da “nerede veya nasıl” değil, “kendimiz kadar” yaşadığımızı anlardın…
Ve uzaktan gelecek mektupları beklemeyecek kadar yorgun düştüğünde tek bir şiir okurdun:
“Akılsızca, acımadan, utanmadan/Büyük ve yüksek duvarlar ördüler dört bir yanıma/Oturuyorum hayal kırklığıyla burada/Başka bir şey düşünemiyorum: aklımı yiyor bu duvar/Zira çok şeyim vardı yapacak dışarıda/Ah, nasıl da dikkat etmedim duvarları ördüklerinde/Fakat işitmedim ki asla ne duvarcıların gürültüsünü, ne bir ses: habersizce ve hiç fark etmeden dünyanın dışına kapattılar beni…”