Hakkı Yücel
hkyucel52@gmail.com
Corona virüsü, kıyamet ölçeğinde gelip, Doğu-Batı, Kuzey-Güney demeden ve sosyal-ekonomik hiyerarşi gözetmeden dünyayı darmadağın edince, şapka düştü kel açığa çıktı. Doğa, insanoğluna sınırlı güç ve yetenekte olduğunu bir kez daha gösterdi ve yarattığı medeniyeti -yoksa barbarlık mıydı bu- çökertti. Görünmez toz zerresinde Corona namlı virüs, kendiyle başlayan, tarihsel süreçte öncesi ve sonrası biçiminde ayrıştırılacak ölçekte derin bir yarılma yarattı. Ortaya bir çıktı pir çıktı, yaşamın ağırlığını ve sorumluluğunu kaldıramayan insanoğluna, o ağırlığı ve sorumluluğu, onu ezerek hatırlattı. Bundan sonrası ne olacak; dediydim dediydi zırvalamaları arasında rivayetler muhtelif. Hemen her kesimin bir biçimde dillendirdiği ise verili durumun böyle devam edemeyeceği; denilebilir ki insanlık kendi geleceğiyle ilgili olarak’ tamam mı devam mı’ kertesinde tarihsel bir yol ayrımında. Geleceğin belirsizlikle malul olduğu bu aşamada, sonrasının ne olacağına yönelik çıkarımlarda bulunabilmek adına, buraya nasıl gelindiğini hatırlamakta yarar olsa gerek.
Freud, insanın yaşamın ağırlığını kaldıramamaktan ya da onun sorumluluğunu yeterince taşıyamamaktan doğan iç huzursuzluklarını yatıştırmak ve o yaşamı daha “çekilir hale getirmek” için çeşitli ‘müsekkinler’e başvurduğunu yazar ‘Uygarlığın Huzursuzluğu’ kitabında. Ona göre bu çıkmazda medet umulan üç türlü müsekkin vardır: “Zavallılığımızı küçümsememizi sağlayacak muazzam oyalanmalar, bu zavallılığı azaltacak dolaylı tatminler, bizi buna karşı duyarsızlaştıracak sarhoş edici maddeler.” İyi de sonuçları ne oldu; bütün bunlar yetti mi huzursuzluklarımızı gidermeye ya da mutlu ve huzurlu bir yaşamın kapısını aralamaya?
Yine Freud, insanın yaşadığı acıların üç kaynağı olduğunu söyler: “Doğanın üstün gücü, kendi bedenimizin zayıflığı ve insanların aile, devlet ve toplum içinde birbirleriyle ilişkilerini düzenleyen ayarlamaların yetersizliği.” Bu kaynaklardan ilk ikisi karşısında insanın genelde teslimiyet içerisinde, büyük ölçüde kaderine mahkûm ya da yapabileceklerinin sınırlı olduğu aşikârdır. Her ne kadar özellikle modernite ile birlikte bilim ve teknolojinin devasa boyutlardaki gelişimi doğa karşısında insanı günden güne daha güçlü kılıyorsa da, ona tümüyle hâkim olunamayacağı tecrübeyle sabittir (En son işte Corona) ; keza “kendisi de bu doğanın bir parçası olan organizmamız ise her zaman geçici, uyum ve verim kapasitesi sınırlı bir yapı olarak kalacak”tır. Ne var ki insanın doğa karşısındaki zayıflığı ve kendi bedeninin gücünün sınırlı olduğunu bilmesi onun “elini kolunu bağlamaz” (şüphesiz bağlamamalı da) , aksine neler yapabileceklerine bir bakıma yön verir. Bu noktada gündeme insanın yaşadığı acıların bir başka kaynağı olan “aile, devlet ve toplum içinde birbirleriyle ilişkilerini düzenleyen ayarlamaların yetersizliğini” aşmaya yönelik göstereceği müdahaleler gelecektir. İyi de bütün bunlar ne kadar mümkündür ya da mümkün müdür?
İnsanlığın binlerce yıllık deneyimi, her şeye rağmen bu konuda yapılabilecek şeyleri olduğunu göstermektedir. Şundan ki, sonuçta bu düzenlemeler doğrudan insan(lığ)ın kendi eseridir ve zaten insanoğlunun tarihsel macerası da büyük oranda acılarının ve “mutsuzluklarının toplumsal kaynaklarını ortadan kaldırmaya” yönelik müdahalelerden ve mücadelelerden ibarettir. Freud’un da gözünü dikip zihnini zorladığı yer burasıdır. O, bu sürecin insanın kendisine ve iç dünyasına yönelik etkileri ve sonuçları üzerine özgün çalışmalar yaparken, sürecin yarattığı olumsuzlukların aşılmasında -ayarlamaların yapılmasında- ona müdahale edilmesi gerekli olduğuna dair algı biçiminin “doğru olup olmadığı” konusunda kesin bir hüküm vermekten çok, bu gerçekliği işaret etmekle yetinmektedir.
Kaldı ki modern bilimin “Kartezyen-Newtoncu” şaşmazlık iddialarını taşıyan ve giderek sosyal olguları da doğal olgularda olduğu gibi ‘nesnel yasalar’la açıklama iddiasında olan modern sosyal bilimler, modern ideolojiler ve modern siyaset hanidir devrededir ve hepsinin de ortak harekat noktası genel anlamda daha “iyi bir toplum” yaratma çabası ve mücadelesidir. Denilebilir ki insanlık serüveninin farklı tarihsel evrelerden ve tarihsel sistemlerden geçerek ilerleyen gelişim süreci, bir öncekinden daha iyi, gelişmiş, özgür, müreffeh bir toplum ve sistem yaratma iddiası ve çabası biçiminde tecelli etmektedir. Doğrusu ya, son kertede kapitalizm demek olan modernite insanlık tarihinde bu bağlamda önemli bir aşamadır ve bir önceki dönemden (feodalizmden) farklı yeni bir ‘tarihsel sistem’dir. Aydınlanma’yla birlikte aklın sorgulayıcı bir güç olarak öne çıkması ve modern birey’in oluşmaya başlaması yanında, özellikle Fransız Devrimi köklü siyasal-toplumsal değişimleri gündeme getirmiştir. Ulus-devlet çağına girilmiştir, siyaset seküler bir mahiyet kazanmıştır ve asıl önemlisi demokrasi siyasal bir proje olarak gündemdedir. İlk kez ‘halk egemenliği’nden söz edilmektedir; aynı anda kapitalist üretim ilişkilerinin sağladığı aşırı üretkenlik görece refah ortamı yaratmıştır ve de yaşam kalitesinin artmaya başlaması nedeniyle yeni dönem insanlık adına büyük vaatleri içermektedir.
Ancak başka bir şey daha vardır. Kapitalizmin varlık nedeni, motor gücü, sınırsız sermaye birikimidir, azami kâr dürtüsüyle hareket etmektedir, başkalarının artı değerine el koymaktadır. Bu ise daha adil ve gelişmiş bir sistem ve yaşam kalitesi yaratma vaadinin giderek ayrıcalıklı, imtiyazlı yeni toplumsal kesimler oluşturmasıyla (burjuvazi) son bulacaktır ve de bunlar karşısında çok daha geniş toplumsal kesimler (başta İşçi Sınıfı olmak üzere) altta kalacak, sistemin paryaları halini alacaklardır. Kapitalizm ideolojisiyle, ekonomik yapılanmasıyla ve siyasetiyle küresel bir yaygınlık kazanırken, zalim bir sömürü düzeninin geçerli olduğu bu aşamada keskin bir ‘sınıf mücadelesi’ de gündeme gelecektir. Şimdi modern insan yeni sistemin mağduru olduğu kadar, ‘uygarlığın huzursuzluğu’yla da malûldür. Aynı anda hem ‘sistem karşıtı’ mücadeleler içinde yer almaktadır ve hem de sistemin hâkim kıldığı ilişkiler üzerinden yaşadığı iç huzursuzluğu aşmaya yönelik arayışlar içindedir. Bu bağlamda daha iyi, müreffeh, adil ve özgür bir toplum ve yaşanabilir bir dünya talebiyle sürdürülen ‘sistem karşıtı’ ideolojik-siyasal mücadeleler, yirminci yüzyıl itibarıyla kimi yerlerde kazanımlar elde edecek; kapitalizm ve kapitalist sistem karşısında sömürüye son vermek, eşitliği ve özgürlüğü tesis etmek iddiasıyla sosyalizm ve sosyalist sistem yeni bir seçenek olarak hayata geçecektir. Ne var ki bu ‘umut çağı’ yüzyıl sonunda çıkmaza girecek ve insanlık yeni bir tarihsel döneme geçiyor olmanın sorunlarıyla yüz yüze kalacaktır.
Hâlâ yoğun biçimde tartışılan ve sorgulanan bu yeni dönem için çok şeyler yazılıp söylenmektedir. Gelinen aşamayı kimileri liberalizmin nihai zaferi olarak nitelendirirken, kimileri de her şeye rağmen sosyalizmin yeniden doğuşu için bir fırsat olarak kabul etmekte ve bu fırsatların neler olması gerektiği üzerinde yorumlar yapılmaktadır. Ancak burada her iki anlayış arasındaki farklılıklar dillendirilirken, keza değişimin kaçınılmazlığı ısrarla vurgulanırken, asıl bu karşıt (antagonist) anlayışlar arasında mevcut ortak benzerliğin -felaketler üreten ortak benzerliğin- hatırlanması, hem bugün evrensel ölçekte yaşanan çıkmazın anlaşılması, hem de bundan sonrası için geliştirilecek siyasal-toplumsal-ideolojik anlayış ve yaklaşımlar bakımından son derece önemlidir. O da şudur: İki karşıt anlayışın akıl yürütme biçimindeki benzerlik..
Bu noktada Weber’in toplumsal eylem tipini tarif ederken yaptığı “araçsal bakımdan rasyonel” ve “değer bakımından rasyonel” ayrımını hatırlamakta yarar vardır. Biraz zorlamak pahasına kanımca bu ayrımlardan çıkarılabilecek can alıcı sonuç; bireysel ve toplumsal eyleme anlam katacak temel unsurun ‘araç’ mı yoksa ‘değer’ mi olması gerektiğini ima ediyor olmasıdır. Daha açık bir ifadeyle belirlenen ‘amaca’ ulaşmak için her türlü ‘aracı’ geçerli kılmak mı; yoksa toplumsal eylemin kendisini, ‘değer’(ler) üzerinden gerçekleştirmek mi? Modern dönemin kesinlik iddiası taşıyan bilim anlayışının amaçla bütünleşen (teleolojik) sistematiğine uygun olarak, yine bu dönemin kendi totaliteleri içinde aynı yanılmazlık iddiasında ısrar eden ideolojileri ve buradan oluşturulan siyasetlerinin -karşıt (antagonist) karakterlerine rağmen- birbirlerine benzedikleri nokta işte tam da burasıdır. Amacını çok önceden belirleyen bu anlayış biçiminde o ‘amac’a ulaşmak için her türlü aracın mubah kabul edilmesi, değer zafiyeti yaşanmasına yol açmakta ve bu da o toplumsal-siyasal hareketin en başta ‘ahlâk/vicdan’ yoksunu olmasını gündeme getirmektedir. Hangi ‘yüce’ ideallerin arkasına sığınılırsa sığınılsın (bu anlamda kendi başına ‘sol’ olmak da bir şey ifade etmemekte ya da kirlenmek adına çok şey ifade etmektedir), ‘araç” ‘değer’e baskın çıktığı takdirde son kertede yaşamın kendisi taşınması ağır bir yük haline gelecek, sorumluluk ise çıkar gözetmekten öteye geçemeyecektir.
Buradan bakılınca Freud’un ‘Uygarlığın Huzursuzluğu’nda dile getirdiği sorunların yarattığı yaşamsal acıların aşılmasında “oyalanma, ikame tatminler ve sarhoşluk” gibi müsekkinlerin beyhudeliği bir yana, insanın iradi gücüyle en fazla değiştirmeye muktedir olduğu bireysel-toplumsal hareket alanlarında, amaç uğruna her türlü aracı mubah kılma kolaycılığından kurtulması ve geleceğini kurmada ortak ‘değer’ler üzerinden açılımlar sergileyen yeni bir zihniyet dönüşümü yaşaması, buna uygun siyasal-toplumsal-ekonomik açılımlar sergilemesi bir zorunluluk olmak gerekmektedir.
İşte şu anda yaşanmakta olan bu dramatik süreç bu zorunluluğun ertelenemez aciliyetini ifade etmektedir. Bireyden topluma, toplumdan siyasal/ekonomik sisteme kendisiyle sınırlı yaklaşımın, kendine görece çıkar/refah sağlıyor görünse bile; ötekiyle, adalet, özgürlük, ahlâk gibi kuşatıcı ortak değer ve çıkar zemininde buluşmadığı sürece bunun devam edemeyeceği, dahası herkesi kuşatan bir felaketle sonuçlanacağı aşikârdır. Toz zerresindeki Corona virüsünün insanlığı önüne katıp silip süpürerek ilerlerken bir kez daha hatırlattığı da budur.