Neriman Cahit
Diyelim ki adamın biri karşımıza çıktı ve Hitler’in ne kadar büyük biri olduğunu anlatmaya başladı…
Susar mısınız…
Ya da çalıştığınız yerde, donanım bakımından kat kat aşağıda ama sırf iktidara yağdanlık etti diye başınıza getirilen birinin pespayeliklerini sürekli sineye çeker misiniz ?
Ya da, size yapılmadığı sürece, üzerinize sıçramadığı sürece her pislikten kendinizi arındırılmış mı hissedersiniz… “Her koyun kendi bacağından asılır”, “gemisini kurtaran kaptan”, “bin yaşasın beni sokmayan yılan…” mantığına mı yatarsınız…
Bir düşünün bakalım…
***
Adamın biri, bir gün ünlü bir psikiyatrise gitmiş ve doktor daha ağzını açmadan:
“Aman doktor, korkunç bir ‘aşağılık duygum’ var… Ne olur beni bu dertten kurtar…” diye yalvarmaya başlamış…
Doktor, adamı rahat edebileceği bir şekilde yatırarak, bir saat süren bir seansa almış… Bir sürü sorular sormuş… Seans bittiğinde adam heyecanla yerinden fırlamış ve hemen sormuş:
- Ne olur doktor, söyleyin, aşağılık duygusundan kurtulacak mıyım?
- Sizde, aşağılık duygusu falan yok… demiş doktor… Adam sevinçten neredeyse doktorun ellerini öpecek…
- Öyle mi…
- Öyle ya… Sizde kompleks falan yok… Siz, düpedüz aşağılıksınız…
***
Bir gazete ekinde: “Yüz yıl yaşamak elinizde” başlığı atılmış bir konu… Onu okudukça aklıma bir fıkra geliyor:
“Adam, köprünün üstünde durmuş, gözlerini sudan ayırmadan bakıyor… Arkadaşı: “Ne yapıyorsun?” diye sorunca: “Suya bakıyorum…” demiş…
Arkadaşı, acele ile kolundan çekerek: “Hadi yürü, yarın yine akacak su, öbür gün de, daha sonraki gün de… Ne fark var ki!” demiş.
Adam, gözleri aynı noktada mırıldanmış…
“Anlamıyorsun ki… Yarın akacak su bu değil…
***
Düşünüyorum da, acaba dünyaya erken mi geldik... Ne dersiniz?
Aslında, ilk anda yerinde gibi görünen bu soru ne kadar da geçersiz, öyle değil mi?
Eğer, gerçekten İNSANSAK ve İNSAN SORUMLULUĞUNU TAŞIYORSAK… İster, İsa’dan önce, isterse 22. yüzyılda dünyaya gelelim… Ne fark edecekti ki…
YAŞAMIN HAKKINI VERMEK…
Onu, her gün yeniden hak etmek çağının sorumluluğunu duyarak ona katkıda bulunmak… Eğer, bunları kafanızda ve yüreğinizde taşıyorsanız, sonuçta, hiçbir şey fark etmeyecekti…
• Sokrates, Milletli Tales, Spartaküs, Voltaire, Seyh Bedrettin, Danton erken mi geldiler dünyaya… Belki, yaşadıkları yüz yıldan, iki yüzyıl sonra dünyaya gelseler, çektikleri acıları çekmeyeceklerdi… Ama, hiçbiri de tarihe öylesine mal olmayacaktı…
ASLOLAN
Aslolan, dünyayı tam zamanında yaşamaktır. Biz de tam zamanında yaşıyoruz…
“YAŞIYORUZ” diyebilmek ve onu hak etmek için yaşamı daha güzel, daha özgür, daha yaratıcı yapacak bir çabanın ortasında…
Varsanız eğer bu uğraşta…
Yeniyi ve daha güzeli yaratmanın kavgasında, yaşamın tam ortasındasınız… Ve, tam zamanında…
Ve yarın… Güneşin bizi ayrı noktada bulmaması için sıvayalım kolları…
----------------------------------------------------------------------------------
YENİDEN SARILACAĞIZ HAYATA…
Kaç kez yazdım, kaç kez altını çizdim… Yazılı ve sözlü olarak ne çok kullandım bu cümleyi: “Ben, Girne Kazasına bağlı Kırnı köyünde doğdum. Kır – nı – da… Değiştirilen ‘Pınarbaşı’ da kötü bir isim değil; ama, benim köyümle uzak – yakın hiçbir ilişkisi yok… 1974 Döneminde, pek de araştırılmadan adı değiştirilen köylerden biri…
Ondan sonra da çok yazdım çok söyledim türlü vesilelerle ama bir türlü kimseye dinletemedim: Benim köyümün adı OSMANLI DÖNEMİNDE DE KIRNI’YDI… Yani, Osmanlı değiştirmemişti. Aslında, Osmanlı pek çok köy ve bölgenin adını da değiştirmemişti… Osmanlı pek çok köy ve bölgenin adını da değiştirmişti. Tüm bunlar araştırmadan verildi yeni adları, görevlendirilen birkaç kişi tarafından. Ve, öyle de kaldı.
Bana çok dokunan yaşam gerçeklerinden biridir bu…
***
Yılların yaşanmışlığından ve kendi pratiğimden biliyorum… İngiliz Dönemi’ni de yaşayan biri olarak, İngiliz Dönemi’ni de çok iyi biliyorum… O dönemde dahi, bizim kendi devletimizde ‘muhaliflerin’ çektiği çekilmemiş, yaşanmamıştır! Yıllarca, ‘Hain, Komünist, Rumcu’ vb. damgalandı tertemiz insanlarımız. Kendi yetmedi, çocuklarına da iş verilmedi ve göçe zorlandılar…
Bizde, devlette ve eğitimde hümanist bir tavır ve gelenek olmadığı, bunun oluşup yerleşmesine de hiç emek verilmediği için, her eleştiri, her siyasi söylem ve adım, özellikle de devletin – resmi ideolojisinin kırmızı çizgilerine değen her siyasi söylem ve protestonun ardında bir ‘ihanet’ ve bir ‘hain’ arandığı ve damgalandığı için… Sırf insan olmanın, insan hak ve özgürlüğünü savunmanın çabası (aslında onuru) içinde oluşu asla anlaşılmadı ve kabul görmedi, damgalandı, cezalandırıldı…
Oysa, kendi için istediğini, kendine karşıt olarak gözüken her insan için de istemesi ilk şartlardan biridir insan olmanın…
İnsan sevgisi bununla başlar…
NELER YAŞANDI…
Yaşı elliyi geçenler, neler yaşadı neler gördü bu topraklarda… Ölen onca genç, yakılan onca köy, gömüldükleri kuyular bile bulunamayan onca kayıp, düşmanının malıdır diye (her iki tarafta da) ırzına geçilen… Kendi canına, doğuracağı çocuğuna kıyan onca kadın… Onca yasak, onca ırkçılık…
Bunlar, bu topraklardaki iki kültürün, olmazsa olmaz öğelerinin birbirlerine reva gördüğü… Bunlar yetmezmiş gibi, yıllardır bize milliyetçilik adına, resmi ideoloji adına, yüce Türk Ulusu’nun – devletin – bekası adına yapılanlar…
***
Neredeyse, bu adada yaşayan + dıştan gelen her insanın gittikçe daha da ayırdına vardığı (aslında her gün daha da somutlaşarak artan) Kıbrıslı Türk halkının kimlik mücadelesinde artık altı çizilmesi gereken bir gerçek de:
Kıbrıslı Türklerde “Kıbrıslı Kimliği”, toplumun geniş kesimlerince daha bir benimsenip, ifade edildikçe… Daha da ötesi, “Üst yapıda” belirli değişimler talep edildikçe…
Özellikle de son yıllarda daha da yoğunlaşan, “kültürel düzeyi çok düşük göçler” ve bunların neden olduğu, hırsızlık, darp, ırza geçiş ve cinayet olaylarının çok artması sonucu…
Kıbrıslı Türklerin + uzun süredir burada yaşayan ve bu kültürü paylaşan TC kökenlilerin, kültürel hayata katkılarını daha net ve daha özgürce ortaya koydukça…
Ve, acemi, donanımsız, devlet adamlığından yoksun politikacılarca sergilenen olumsuz davranışlar daha çok tepki topladıkça… Vatandaşa karşı artan militarist, baskıcı ve özellikle de, Kıbrıslı Türk Toplumu’na yardım için olduğu iddia edilen, militarist, baskıcı, aşağılayıcı – Batı demokrasilerinde çoktan aşılmış – bir tutum gittikçe yoğunlaşıyor…
Aslında yaşanan gerçek, kendini devlet sanan, devlet otoritesini elinde tutan erkin… Artık… Toplumumuzda çok aşılmış önemini ve özgüvenini yitirmiş olması… bu yüzden de gittikçe hırçınlaşarak yitirdiklerini, pervasızlığını gizlemeye çalışıyor olması…
DİLEĞİMİZ O Kİ…
Evet, dileğimiz o ki, bu ‘devlet paranoyalarının’, arkaik iddialarını terk ederek… Batı demokrasilerindeki ‘tahammül, empati ve yasal” alanlara çekilir… Sınırını evrensel hak ve hukuk kurallarına göre ayarlar…
Ve, devletin değil de, bir insanın dahi kaldıramayacağı “tavır, suçlama ve iddiaların” altında (farkında olmasa da) ezilip… Ya kendi uydurduğu, ya da kendine dayatılan ve ne kendinin ne de toplumun “ASLA KALDIRAMIYACAĞI” yükler altında ezildikçe… Korkup, bu yüklerin yarattığı bunalım ve öfkeyi vatandaşlarına “kanun hükmündeki kararnameler” ve lalettayin emirlerle gittikçe şiddet çizgisine ulaşan, hırçınlaşan…
Bu ülke ve insanının asla hak etmediği...
Ne ona ne de devletine yakışan bu durumların yerine… daha insancıl, daha yumuşak ve Kıbrıs insanının çoktandır yitirdiği o sevgi ve hoşgörüsünü koyma yoluna gidilmeli…
Gidilmeli, yaşanmalı ve görülmeli ki, Kıbrıs insanı, kendini güvende hissedince… Şiddet yerine, hoşgörü, barış, empati ve sevgi kültürü yeniden boy atmaya başlayınca…
Özellikle de kendini – YENİDEN – “güven” içinde hissedince…
Gittikçe daha da kabalaşan, sadece devlet mekanizmasının ‘Çelikten duygusuz ve insafsız buyurganlığı yerine’… Daha yumuşak, daha insancıl, daha adil ve insana yakışan bir düzen yaratıldığında…
Kendini daha mutlu, daha huzurlu ve daha çağdaş hissederek…
Bir şiddet ve nefret mekanizmasından çok…
Toplumsal – insancıl ilişkileri ve çelişkileri süratle terk ederek… Eski Kıbrıs insanına dönüşecektir…
SEVEN… YARATAN… ÜRETEN ve PAYLAŞAN…
“İnsan haklarına” saygı gösterdiği için, onları elde edince, insan gibi davranan…
***
Çünkü, devlet haddini bilirse…
Devlet yerini bilirse…
Devlet cehennem topuzuna dönüşmezse…
Devlet, donanımsız ve kişiliksiz politikacıların elinden kurtulup haddini ve yerini bildikçe… Buyurganlıktan kurtuldukça…
Bu Ada’da, insanımız çok daha rahat edecek ve huzur içinde yaşayacaktır…
İnsanımızın hayatı güzelleşecek, huzura erecektir…
***
Biz ki, yıllardır sakladığımız o sonsuza akışlı suyla…
Ve sevdayla yeniden doğup, sarılacağız yaşama…
YENİDEN… AŞKLA ve ŞEVKLE…