Yaşamın ortasında…

Çağıl Günalp

 

Toplumlar, tıpkı bireyler gibi yaşayan, değişen, dönüşen varlıklardır. Toplum olabilmek için spesifik bir coğrafyada yaşayan insanların aynı dili konuşmaları, tarihsel bir geçmişi paylaşmaları veya aynı dini inanç bütünlüğünde olmaları yeterli değildir… Olaylar/tehlikeler karşısında kolektif bir aklın peşinde koşup ortak refleks yaratabilen,  bencil/bireysel çıkarlar yerine toplumun genelinin beklentilerine karşılık verebilecek “ortak iyi”nin peşinde koşan, “ortak iyi”yi “ortak çıkar”a dönüştürmeyi başarmış topluluklar, toplum olmayı başarabilirler…

Toplum olmayı başarabilmiş insan gruplarının da tıpkı bireyler gibi bellekleri, ‘bilinç’leri vardır… Tıpkı insan gibi toplumlar da kendi değerler silsilesini yaratıp bu değerler ışığında kendi yürüyüşlerini kurgularlar, aydınlanabilirler… Kimi insan grupları ise saydıklarımın tam tersi bir tercihte bulunabilip, olaylar karşısında kaderci, sinik, bağnaz, tutucu, dogmatik ve öngörüsüz/reaksiyoner bir tutum sergilerler…  Bu nedenle toplumlarını aydınlığa taşıyacak salih bir yolu yürümeyi çoğu zaman başaramazlar…

Birkaç yıl önce YENİDÜZEN’de “Aydınlanma” ile ilgili kaleme aldığım bir makalede altını çizmiştim... Bugün örnek alınan batı demokrasinin temellerinin her ne kadar da 17. Yüzyıl’da gelişen Aydınlanma Çağı ile atıldığı belirtilse de Aydınlanma’nın temelleri aslında Rönesans’a kadar uzanır. Özgürlükçü demokrasinin en temel yapı taşları olan hürriyet, birlik, ortak iyi, toleransın (dinsel ve düşünsel) esasen ortaya çıktığı çağ olan Aydınlanma’da akıl en muktedir olandır… Bu dönemde meşruiyetin birincil kaynağı teokratik güçten alınmıştır, monarşilerin, kilisenin yani teokratik gücün etkisi azalmıştır. Yaratılan entelektüel miras ile ilerleyen yüzyıllardaki politik devrimlerin temeli atılmış, toplumlar değerler silsilesini akıl ve koşulsuz bir özgürlük şiarı üzerinden kurgulamıştır…

Aydınlanma’nın üstünden geçen yüzlerce yıla rağmen bugün yakın coğrafyamızda Orta Çağ karanlığı yaşanıyor. Zizek’in tünel ve tren metaforunda betimlediği gibi; karanlık tünelin ucundan çıktığı sanılan her yeni “ışık” ise demokratik tüm değerlerin üstünden geçen bir başka kara trenin ışığına dönüşüyor. Yanı başımızda yaşamsal tüm pırıltılar bir bir yok edilirken; bir avuç adalı olarak biz ise kafa karışıklığı, umutsuzluk ve anlık motivasyonlarımızın yarattığı duygusal pornografi arasında bir top gibi oradan oraya vurup, savruluyoruz…

Geçtiğimiz hafta yaşanan parlamento seçimlerinde açık bir şekilde sandığa gidilmesi çağrısı yaptım. Bu çağrıyı, ne “temsili demokrasi” şehvetinden, ne de politik hareketlerin sadece parlamento eksenli olacağına duyduğum inançtan ötürü yaptım…  Ortak aklı tüm kişisel ihtiraslarından veya öznel beklentilerinden üstün tutmayı başaran ortalama bir insanın öngörebildiği üzere yakın coğrafyamızda yaşanan kaos ve siyasal rejimin hali pür melali, biz Kıbrıslı Türkleri de en derinden etkilemektedir ve daha da etkilemesi kuvvetle muhtemeldir…

Dibimizde hüküm süren korku imparatorluğunun adanın kuzeyinde kurguladığı kısa, orta ve uzun erimli senaryoların ne olduğunu tahmin edip, Fildişi Kulesi’nden bir adım atıp sokağa dahi inememek, steril ortamlarda ahkam kesip, ortaya hiçbir tavır koymayıp, yüksek perdeden ota, böceğe laf atıp sandığa da gitmemek en basit tabir ile sinizmdir…

Murat Belge’nin “Sosyalist Siyaset” başlığı ile Birikim’de yazdığı son yazısında altını çizdiği üzere, boykotu her durumda uygulanabilecek bir strateji haline getirmek kabul edilebilir değildir. Müzminleşmiş bir hale bürünen boykot artık “depolitizasyon” ile özdeş bir hal almaya meyillidir...

Sol mücadele her şeyden önce “çağıran”, “öngören”, toplum içinde etkin bir biçimde yer alması gereken, aydınlatan, dinleyen, anlayan, kibirden uzak bir harekettir. Murat Belge’nin makalesinde ısrarla vurguladığı gibi  “Devrim yapabilmek için önce toplumda bir varlık olmak gerekir”. Mutlak, yekpare bir mücadele şekli olmadığını, her koşulun dayattığı tavrın türlü işbirliklerine açık olmaktan geçtiği kavranamadığı müddetçe hayata dokunulamayacağı aşikârdır… Aydın, demokrat, solcu, yurtsever… Adına her ne isterseniz onu deyin; bunu görebilmelidir…

Hayatı değiştirmek istiyorsak önce yaşamın içinde olabilmeliyiz. İnsan en zor koşullarda dahi hayal etmeye, üretmeye ve yaşamın içerisinde olabilmeye muktedirdir. Kule çünkü tepeden değil, zeminden inşa edilir... Ve “mücadele edenler her zaman kazanmaz ama kazananlar her zaman mücadele edenlerdir”.

Belki de mücadele esas şimdi başlıyor. Yıllarca bizi sarmalayan “UMUT” eğer KONFOR'a dönüşmüşse ondan da kurtulmak gerekir safları sıklaştırmak için... Akıl en muktedir olandır, esas onu yitirmemek gerek... Varoluşçu felsefenin en önemli isimlerinden, aydın tavrı denince akla ilk gelen isim Jean Paul Sartre’ın altını çizdiği gibi; insan şüphe etmeye, sorgulamaya, reddetmeye, tercih yapmaya, öngörmeye, kabul etmeye koşulu ne olursa olsun ehil olandır. Ve özgürlük her koşulda  “insanın kendisine yapılanlara karşı takındığı tavırda gizlidir.”