Murat OBENLER
Ülkemizin en üretken sanatçılarından Yaşar Ersoy ile bu yıl yazdığı “İnsanı ve Tiyatroyu Ne Öldürüyor” kitabı ile “İnsan Denen Şey” adlı sokak tiyatrosu etrafında ülkenin, sanatın, dünyanın ve sistemin hallerini konuştuk.
“Sistemin egemen olduğu alanlardan çıkıp sokağa girmek, halkla buluşmak ve halkın da sanatla buluşmasını sağlamaya çalışıyoruz”
Bu yıl ard arda “İnsanı ve Tiyatroyu Ne Öldürüyor” kitabınızı çıkardınız ve “İnsan Denen Şey” adlı sokak tiyatrosunu insanlarla buluşturdunuz. İkisi de sizin dünya görüşünüzü,sanat anlayışınızı ve sanatçı duruşunuzu yansıtıyor. Nasıl oldu bu ikili üretim süreci?
Yaşar Ersoy: Toplumcu gerçekçi bir sanat anlayışına sahibim ve 52 yıldır da bu anlayışla sanata,hayata bakıyorum. Bu çerçevede toplumsal sorumluluğumla,sanatçı sorumluluğumla 1969’dan bugüne yaptığım oyunlarla,yazdığım eserlerle,eylemlerle insanımızın gelişmesine, toplumun ilerlemesine katkı koymaya çalışıyorum. Post modern dönemde de daha önceki dönemlerde de sanatı ellerinde tutanlar sanatı kendi amaçları için kullanırlar. Sanat yalan söyler mi ?, Tiyatro yalan söyler mi? Evet, sanatı kullananın elinde manipüle de yapar,farklı alanlara da yönlendirir. Nasıl ki bilimi insanlığın yararına kullananlar olduğu gibi insanlığı yok etmek için kullananlar da vardır. Sanatı da gerçeklerden kopartan, gerçeği örten,gizleyen ve mevcut düzenin uyarcası olan sanat ve sanatçılar da vardır. Bu bağlamda yaşanan gerçek ile insanımızı yüzleştirmeye çalışıyorum. Meselem budur.
Bu yıl iki sanat ürünü ortaya koydum. “İnsanı ve Tiyatroyu Ne Öldürüyor” adlı kitap ve “İnsan Denen Şey” adlı sokak tiyatrosu. Kitapta herşeyin köksüzleştirildiği,tarihsizleştirildiği,bulamaç olduğu,bilimin bilim olmaktan,sanatın sanat olmaktan,toplumun toplum olmaktan çıktığı postmodern dönemlerde ve neo-liberal yapının cilalanmış halini ve herşeyi sömüren vahşi kapitalist düzende yaşayan insanı ve toplumu anlatıyorum. Şairin dediği gibi “Ah insanlar,insanların içinde insansız yaşarlar”. İnsanın insansızlaştırıldığı dönemlerden geçiyoruz. Tiyatro da insanın canlı yansımasıdır. Kapitalist düzendir insanı yok eden.İnsanın insanca, emeğin hakkının verildiği,adaletli,eşitlikçi bir düzende yaşamasıdır meselemiz. Bu düzen insanı da sanatı da öldürüyor. Yemek ,içmek,nefes almak, yaşamak anlamına gelmez.Tiyatronun ve insanın ölümünü çeşitli makalelerle, yazılarla anlatıyorum.
Toplumumuzda var olan kimlik,emek, pandemi ile gelen sorunlar gibi sorunları anlatıyorum. Pandemi sonrası alternatif özgürlük alanlarını nasıl yaratabilirizi de düşünüyoruz? Bir taraftan ceberrut devletin sansürleri, kısıtlamaları, diğer taraftan pandemiyle gelen yaşam alanlarını kısıtlamaları yaşıyoruz. Korku imparatorluğunun genişlediği bu dönemde biz de kamusal alan olan sokakta bir özgürlük alanı olarak tiyatroyu koyduk. Sokak insanı özgürleştirir. Sistemin egemen olduğu alanlardan çıkıp sokağa girmek,halkla buluşmak ve halkın da sanatla buluşmasını sağlamaya çalışıyoruz.
“Ambargoya sığınmak mazaret üretmekten başka bir şey olmaz. Biz beynimizin içindeki esareti kırmalıyız”
Tiyatro hayatın kendisidir diyoruz, insana ayna tutuyor diyoruz. Ülkemizde tiyatro ile ilgili bir tek Yaşar Ersoy’un araştırmalar yaptığını,kitaplar yazdığını görüyorum. Bir tek Yaşar Ersoy mu dert ediyor, önemsiyor tiyatroyu?
Her tiyatro sanatçısının yazar olma gibi bir gerekliliği yoktur ama saptaman doğrudur. Kişi iyi bir oyuncu,dramaturg, yönetmen,rejisör,tasarımcı olabilir. Bizim kuşağa çok fazla sorumluluklar yüklenmişti. Biz yüksek öğrenimden ülkeye geldiğimizde ne tarihimizi,ne bugünümüzü ne de geleceği bulabildik. 68’li kuşak herşeyi baştan inşa etmek gerekliliğini duydu, yeniden bir varoluşu yarattı. 100’den fazla oyun yaptım. Yasaklara,baskılara,antidemokratik koşullara,işte atılmalara,kötü koşullara rağmen tiyatro ile direndik. Direncimizi de sanat ile bileyerek toplumla buluştuk. Adanın kuzeyini Karpaz’dan Yeşilırmak’a, Girne’den Mağusa’ya dolaştık ve tiyatroyu insanlara götürdük.
Biz gökten zembille inen varlıklar değiliz.Bizlerin bir tarihi vardır ve bunu genç kuşaklara anlatabilmek için 10 yıla dayanan bir araştırma süreci sonunda Kıbrıs Türk Tiyatro Tarihi’ni yazdım,belgeselini de çektim. Geleceği yapmak için de bizim geleneği geleceğe taşıyacak yeni kuşak tiyatrocular da yetiştirilmesini sağladık, onların iyi koşullarda tiyatro yapabilecekleri kurumsal yapıları yarattık.
Ülkemizde düşünce üretimi her alanda zaten oldukça az,kısırdır. Yazıp söyleyen insan sayısı azdır. Düşünce üretmemiz lazımdır. Hapishanelerde olup ne müthiş eserler üreten sanatçılar, edebiyatçılar, bilim insanları vardır ki tarihte ambargoya sığınmak mazaret üretmekten başka bir şey olmaz. Biz beynimizin içindeki esareti kırmalıyız.
“Gerekli örgütlenmeyi de, bir örgütlü çıkış, direniş noktası ortaya koymayı da yapamıyoruz”
Kitapta da var olan K.Marx’ın “toplumları ezebilmek için kölece yaşam şartları sağlamak lazımdır” sözü tam da buraya uyar.
Biz biraz da kendi özeleştirimizi yapmamız gerekir. Toplum olarak, sosyal,siyasal,ekonomik alanlarda hep özeleştiriye gerek vardır. Gerekli örgütlenmeyi de, bir örgütlü çıkış,direniş noktası ortaya koymayı da yapamıyoruz.
“Örgütlü kötülük var ve gayet da iyi işliyor. Örgütlü iyiliği ise örgütleyemiyoruz”
Kitapta örgütlü kötülüğe karşı örgütlü iyiliğin üstün olması gerektiğinden bahsediyorsunuz
Örgütlü kötülük var ve gayet da iyi işliyor. Örgütlü iyiliği bir araya getiremiyoruz, örgütleyemiyoruz, çok savruktur.
Nedir peki bu iyilik ve kötülük? Hepimiz aynı kavram ve değerlerden mi bahsediyoruz?
Adaletten,haktan ,eşitlikten,emekten yana bir iyilikten bahsediyorum. Brecht’in de dediği gibi “İyisin ama senin iyiliğin kime yarar?Sen yüreklisin ama yürekliliğin kime karşı? Doğru söylüyorsun ama söylediğin ne?” Dostların var ama dostların kimler?Ultra zenginler mi yoksa emekçiler mi? Herkesin saflarını belirlemesi gerekir.
Sizce bu örgütlü iyilik ve kötülüğün altını dolduracak olsak neleri koyarız?
Örgütlü kötülüğün altında patronlar vardır, sermaye vardır,bunlara hizmet eden siyasetçiler vardır. Bizim ülkemizden bahsedersek işbirlikçiler vardır(Türkiyenin bugünkü iktidarının uzantısı olan işbirlikçiler,bu sermaye çevrelerine yasal düzenlemelerle olanak sağlayan siyaset).Bunun karşısında olan emek kesimi vardır. Direnen,ezilen,sömürülen ve asgari ücrete mahkum edilen,geçim sıkıntısı çeken insanlardır bu emek kesimini oluşturan insan topluluğu. İyiliğin altında olan ve örgütlenmesi gereken bu insanlardır. Bu kesim dağınıktır. Oyunda da bunu işliyoruz. Bir yanda patlayıncaya kadar yiyip içenler diğer yanda açlık,sefalet içinde yaşayanlar vardır. Bu nasıl bir adaletsizliktir,eşitsizliktir? Bir isyan vardır oyunda. İş insanları,patronlar iyilik yapalım diyorlar ve ana eksende yapılan sömürüler,haksızlıklar,düşük ücrete yüksek saatlere çalıştırmalar bir nevi bu iyilikle(!!!) örtülüyor. Keşke emekçinin hakkını verseler de kimsenin kimseye iyilik yapmayacağı bir dünya yaratsak. Mesela eskiden Osmanlı vakıflar kurar ve herkese sadaka dağıtırdı. Bana hakkımı ver ve sadakaya gerek kalmasın. Biz ezen ezilen ilişkisi içindeki iyi insanı yeniden tanımlamaya çalışıyoruz.
İyilik denince işin içine ahlak da giriyor ve tartışma genişliyor değil mi?
“Sende para ,bizde ahlak” diyor oyunda. Çalışanlara “yapma, günah, yasak, ayıp” diyorsun ama ya senin ahlağın ne olacak. Sende para var ama ahlak yoksunusun.
“Oyunda ahlakçı idealist anlayış ile toplumcu materyalist felsefeyi diyalektik bir çatışma içine koyuyoruz”
E nasıl olacak bu tahtaravallivari düzen?
Ahlakçı idealist anlayış böyle işte. Bütün düzen bir tahtaravalli. Aşağıdaki insanlar aşağıda kaldığı sürece onlar da yukarıda kalır. Yukardakilerin bütün derdi emekçileri aşağıdan kıpırdatmadan düzeni sürdürmek. Bunu bozmak lazım. Oyunda Ahlakçı idealist anlayış ile toplumcu materyalist felsefenin emekte yana tavrını karşılaştırıyoruz ve bir diyalektik çatışma içine koyuyoruz. İnsanı iyi ile kötü diye ayırırken ezen-ezilen ilişkisi içerisinde bir ayırım yapıyoruz.
“Siz yardım edilecek yoksullar istiyorsunuz, biz ise yoksulluğun ortadan kaldırılmasını istiyoruz”
Sermayedarların iyisi yok mudur hiç?
Sermaye sahipleri,ultra zenginler çeşitli vakıflar kurarlar,bir takım klüpler vasıtasıyla “iyilik” yaparlar,fakir öğrencilere elbise vs. alırlar, fakir ailelere gıda yardımı vs. yaparlar. Siz yardım edilecek yoksullar istiyorsunuz,biz ise yoksulluğun ortadan kaldırılmasını istiyoruz. Bu “iyilik işleri” o düzenin örtüsüdür. Oyunda eleştirdiğimiz iyilik kavramı budur.
Bu oyunu bir sanatsal direniş eylemi olarak sahneledik. İnsan bunların bilincine varmazsa bu haksız düzen devam edecek ve kendilerini de yok edecektir.
Bilinçlenme deyince benim aklıma konfor alanları,bencillik,hep ben,önce ben meseleleri geliyor.
Toplumun bütün alanlarının(sağlık,eğitim, sosyal yapı) işgal altında olması ile de alakası var. Hem Türkiye egemen devletinin dayatmaları hem de barbarca uygulanan kapitalist düzenin sonucunda bir işgal düzeni oluşmuştur. Hem siyasi egemenler hem de sistemin oluşturduğu işgal bizleri kuşatmaktadır. Eğitim sistemi seni koşulluyor. Oyunda bu çarpık yapıdaki usulsüzlükleri,kötülükleri örtbas etmek için medyanın da kullanılması anlatılıyor. Bu kötülükleri örtbas etmek için maaş alan yandaş medyaya da göndermeler vardır.
Bu dezenfarmasyon, misenformasyon, gündem değiştirme(suni gündemler yaratarak gerçeği örtme) gibi birçok taktiğe medyada rastlıyoruz. Bu da bizlerin mesleğine zarar veren davranışlar.
Eleştirir gibi görünür ama gerçekte örter. Senin gibi bu ülkede kalemiyle dürüstçe gerçekleri yazan gazeteciler mevcuttur.Çok az sayıda sanatçı toplumsal gerçekleri ortaya koyucu sanat üretimleri ve eylemleri yapıyor. Karşıda ise organize(para işareti yapıyor Ersoy) çalışan büyük bir güç var.
“Küçük bir kesim dışında bölünmüş adanın kuzey yarısında var olan 20 üniversitede toplumun sorunlarına dair elle tutulur bir çözümleme ortaya koyan bilimsel aklı göremiyorum”
Kitapta entel laf kalabalığı yapan okumuşlardan da bahsediyorsunuz. Bunları hangi örgütlülüğe koymak lazım?
Bilimi insanlığın,toplumun iyiliği için kullanmak gerekir. Nazım Hikmet “Bıktım bu süslü kelimelerden,laflardan “diyor. Bizim ülkemizde 20 küsur üniversitemiz vardır.Sayısını bilmediğimiz kadar profosörlerümüz, doçentlerimiz vs. vardır. Bu ülkenin akademik düzeyi nedir? Bu toplumun sorunlarını aydınlatacak akademik veriler nerde? Küçük bir kesimi dışarıda tutarak söyleyecek olursak bölünmüş adanın kuzey yarısında var olan 20 üniversitede toplumun sorunlarına dair elle tutulur bir çözümleme ortaya koyan bilimsel aklı göremiyorum. Tamamıyla ticari ve kâr hırsıyla eğitime yaklaşan bir anlayışla karşı karşıyayız. Üniversite sektöründe ülkeye “öğrenci” getirerek o insanları kapitalizmin vahşi kural(sızlık)ları içinde ucuz işgücü olarak kullanan büyük (ve her geçen gün daha da büyüyerek ) mafyatik bir düzen de oluştu. Burada bir nüfus ve asimilasyon politikası uygulanıyor. Geçen yıl asgari ücret belirlenirken komitedeki işçi temsilcisi “vasıfsız ise başka yere gitsin” demesi bu bakışı ortaya koyuyor. Bunu ona söyleten ise öğrenci adı altında bu ülkeye getirtilip köle gibi ucuz işgücü olarak çalıştırılan yabancıların varlığıdır. Sermaye çevreleri ile siyasetin egemenleri böylesi ahlaktan uzak bir ilişki içerisindedirler. İş sektörünün egemenleri emekle alakalı bu kadar vahşice, alçakça,haince bir düzen oluşturdular. Bu oyunda bunları da anlatıyoruz.
Uluslararası hukuğun dışında bir yapıda yaşamamız bu ahlak yoksunu sömürü sisteminin devamına katkı sağlamıyor mu bir nevi?
Uluslararası hukuk dışında olman burayı bir korsan ülke yapıyor. Her türlü kaçakçılık, her türlü mafyatik ilişkiyi geçerli kılıyor. Nasıl ahlak tartışacağız? Hükümetin,bakanların ahlağını nasıl tartışacağız? Yeni Ercan Havaalanı yapılırken alınan/verilen 12 milyon sterlin rüşvetin ortada döndüğü ahlağı mı Avustralyalı mafya liderinin Halkın Partisi ile olan yakın ilişkiler sistemindeki ahlağı mı tartışalım?
Bu mafyatik ilişkilerde, kumar, uyuşturucu ve bilimum ahlaklı(!!!) işler yapan kesimlerin her ne hikmetse bir tek yabancı ayakları yakalanıyor,tutuklanıyor, sınır dışı ediliyor. Hiç bizim toplumdaki bağlantıları veya siyasetteki bağlantıları ortaya çıkarılamıyor.
Kitapta da değiniyorum,oyunda da bunu işliyoruz. Ürettiğin sürece toplumlar var olur. Üretmezsen kimliğin olabilir mi? Toprakta,fabrikada,çiftlikte,bilimde,sanatta her şeyin başı üretimden geçer.Eğer sen üretemiyorsan veya üretim dışına itilmişsen yok olmakla karşı karşıyasın. Güç üretimden geçer. Ben kitap üretiyorum, özgürlük alanımı geliştirmek için sokağa çıkıp tiyatro üretiyorum. Salı akşamı Lefkoşadaki oyunumuzda 800’ün üzerinde insanın katılımı beni bahtiyar etti. İyi birşey söylenince insanların ona ilgi gösterdiğinin ispatıdır. Ama ağlak,sızlak,karamsar bir tablo içinde nihilist bir anlayışla zaten kendi kendini yok edersin. Sevda ile üretirsen, örgütlü bir şekilde kavga ile direnebilirsen var olacaksın. Nazım “Biz nereden gelip nereye gidiyoruz” diye sorgular? Bizler var oluşumuza nostaljik olarak,folklorik olarak takılıyoruz ama üretim olarak ne ürettik,47 yıldır ne ortaya koyduk ki bugüne ve geleceğe bunu geliştirerek devredelim? Yasemin kokulu Lefkoşamız vardı ama şimdi beton oldu. Betonlaştık ama yüreklerimiz de kafalarımız da betonlaştı. Ama sadece iktidar sahiplerini suçlayarak değil hep beraber özeleştiri yapmamız gerekir. Bunda hepimizin payı vardır. Bütün kentlerimiz,yüreklerimiz betonlaşmışsa durup ciddi ciddi düşünmemiz gerekir. O nedenle ne yapıyoruz,ne üretiyoruz? Tıpkı benim kısıtlanan özgürlük alanım için yeni ve alternatif bir özgürlük alanı yaratarak sokak tiyatrosu yaptığım gibi.
“Tiyatronun genel olarak da sanatın toplumun dertleri ile pek ilgilendiğini göremiyorum”
Ülkemizde tiyatro yok oluşa yeteri kadar ses çıkarıyor mu?
Hayır.Kesinlikle hayır. Biz hayatın provasını,bir nevi devrim provası yapıyoruz ama özlediğimiz hayatın(eşitlikçi,adaletli hakça ,insanca yaşayacabileceğimiz bir hayat)provasını yapıyoruz. Tiyatronun genel olarak da sanatın toplumun dertleri ile pek ilgilendiğini göremiyorum. Picasso’nun da dediği gibi batan geminin duvarlarına gül resmi çizmeye benzer bu durum. Oysa mesele batan gemiyi anlatmak olmalı.
“Tiyatro yaşamın anlamını kaybetmiştir ve toplum sorunlarının gerçekliğinden soyutlanmış oyunlar yapılıyor”
Yaşar Ersoy’un bu konudaki özeleştirisi ve eleştirisi nedir? Sizin duayen bir tiyatrocu ve sanatçı olarak tiyatroculara çağrınız nedir?
Tiyatro giderek genel anlamda daha bir postmodern,neoliberal,ticari bir çizgiye kayıyor ve ortaya koyduğu eserlerle toplumu manüpüle etmeye başladı.Tiyatro toplumun gerçeklerinden,dünyanın gerçeklerinden, yaşadığımız sorunların gerçekliğinden kopuktur ve zevk alma biçimimizi de ucuzlatmaktadır,köreltmektedir, çirkinleştirmektedir. Yaşamın anlamını kaybetmiştir. Bugün seyirci tiyatrodan uzaklaşıyorsa,seyirci sayısı düşüyorsa (genel anlamda) bunun nedeni seyircinin oyuna geldiğinde toplumun sorunlarının gerçekliğinden soyutlanmış oyunlar ile karşılaşması ve yabancılaşmasıdır. “İnsan Denen Şey” ve “Delirenler” oyununda seyirciyi toplumun gerçekleri ile yüzleştirip onu bir direnişe sevketmek gerekir. Boş,anlamsız,sulu sepken komedilerle veya ağlak, sızlak,mızmızlanan oyunlar seyirciyi ancak nihilist,boş,eğlencelik bir duyguya sürükler. O yüzden “Çıkın ışığa buluşabilenler,sevinebilenler ve değişebilenler”diyoruz. Bizim oyunumuz tiyatronun ışığında bunu gerçekleştirdi.
Oyun izleyicilerin beyinlerindeki lobları yeterince sarsmış mıdır?
Evet. Sosyal medyada çok iyi yorumlar oldu.Beynimizi tokatlayan oyun diyenler oldu,sakın kaçırmayın ve izleyin diyen onlarca insan oldu, basınımızda önemli kalemler köşe yazıları yazmıştır. Benim şimdiye kadarki oyunlarım gibi bu da gündem yaratmıştır.
“Ama insan başkaldırdığı sürece insandır. Onurunla başkaldırmak gerekir”
Ben Yaşar Ersoy’u sokakta daha bir eylemsellik içinde ve aktivist görüyorum.
Ben 100’ü aşkın oyunumda seyirciyle toplumsal gerçekçi tiyatro boyutunda buluşmayı sağladım. Pandemiyle birlikte siyasi alanın da kısıtlanmasıyla kendime alternatif özgürlük alanı yaratma ihtiyacı doğdu. Tiyatronun diğer sanatlardan en büyük farkı insan malzemesidir ve toplumsal bir sanattır, tiyatro seyirciyle buluşma sanatıdır. Bu oyunun bir başka özelliği ise dünyanın ustalarını kolumuza alıp omuz omuza yürümemizdir. Bu oyunda William Shakespeare, Bertolt Brecht, Nazım Hikmet, Charles Bukowski, Can Yücel ve Edmond Rostand’ı kolumuza takarak benim tasarı,kurgu ve yönetimimde seyircinin karşısına çıkıyoruz. Onlarla farklı yüzyıllarda yaşasak da dertlerimiz,taleplerimiz aynıdır. İnsan nedir diye soruyoruz? İnsan, ayıp yapan,konuşan, kuşkucu, okuma yazma öğrenen, yıkan- yapan , düşünen ,sanat yapan, toplumsal,savaşan,parayı bulan hayvan.Ama insan başkaldırdığı sürece insandır. Onurunla başkaldırmak gerekir. İçimdeki Yaşar Ersoyla konuşurum,çatışırım ve birbirimizi dizginlemeye çalışarak devam ederiz.
“Bütün bu metalar dünyası, sanal ve yalan dünya büyük sermayenin insanı daha kolay yönetebilmesi içindir"
Kıbrıs denen adanın Güney yarısında da yaşam,demokrasi,hayat kalitesi vs.çok da iç açıcı değil ve gittikçe kötüleşiyor. Ersoy adanın güneyine ne kadar bakıyor ve sadece bakıyor mu? Bizler tiyatronun başını çektiği iki toplumlu etkinliklerin yoğun yaşandığı günler de yaşadık ve Ersoy bu dönemin en aktif sanatçılarından idi.
Ben kendimle hesaplaşmayı biliyorum. Osman Alkaş beni tanımlarken “ Hatalarımı seviyorum” der. Hatalarımdan ders almayı biliyorum. İçimdeki Yaşar Ersoyla konuşurum,çatışırım ve birbirimizi dizginlemeye çalışarak ve geliştirerek devam ederiz.
Güney’e kimsenin geçmediği dönemlerde geçen bir sanatçı olarak duvarları,barikatları,tel örgüleri aşarak iki toplumun buluşasını ve bir barış kültürü oluşturmayı sağlamaya çalıştık. 1987’de başladık ve hala aynı anlayışla devam ediyoruz. Kurumsal açıdan bu konu iki toplum açısından da kan kaybetmektedir. Taksimin kalıcılaşmasını sanki bir kabullenme durumu oluşuyor. Her iki toplum kendi dertleriyle uğraşmaktan adanın birleşmesi, barış süreci ötelenmektedir. Bununla ilgili kendimizi sorgulamalıyız. Emek ve sınıf mücadelesinin içinde barış mücadelesi de önemli bir mevzidir.
Benim için dünya tiyatrosunun öncülerinin yaptığı gibi tiyatro toplumcu,sosyalist gerçekçi olarak yapılır ve ben de bunu yapmaya çalışıyorum. Bu postmodern,dijital çağ insanı insansızlaştırıyor da. İnsan yiyor içiyor,nefes alıyor ama yaşıyor mu? Daha da bir gerçeklikten uzaklaşılan post-truth (gerçeklik ötesi)zamanlarda yaşıyoruz. Bunların hepsi kapitalizmin insanı sorunlarından,toplumdan, mücadeleden soyutlamak için uyguladığı yöntemlerdir. Sanat da akademi de bu yöntemlerin etkisi altındadır ama insan açtır ve aç insan sayısı çoğunluktadır ve artmaktadır. Marx’ın da dediği gibi “Metalar dünyası büyüdükçe insanlar dünyası küçülüyor.” Bütün bu metalar dünyası, sanal,yalan dünya büyük sermayenin insanı daha kolay yönetebilmesi içindir.
Ben yeni kuşakta İzel Seylani dışında sürekli bir geçişkenlik,ortak bakış açısıyla bir eylemlilik içerisinde olan başka bir tiyatro insanının göremiyorum. Bu teknoloji çağında ve geçiş imkanı da varken bir kişi sizce çok az değil mi?
İzel Seylani arkadaşımızın Güney Kıbrıs’ta giderek oyunlarda oynaması,tiyatro yapması çok önemlidir, değerlidir ama biz onu barış inşası için örgütlü,kurumsal bir zeminde yapıyorduk. Kurumsal yapıda yapıldığı dönemlerde tiyatro toplumda ses getirirdi. Bu kan kaybı sürecini tersine çevirmemiz gerekmektedir.
“Geri adım yok, kendi sözünü söyleyerek hep ileriye doğru mücadeleye devam”
Etrafımızda bir korku imparatorluğu oluşturulurken ve giderek de daha baskıcı, yasakçı bir hâl alırken Yaşar Ersoy korkusuzca yoluma ve mücadelesine devam ediyor.
Okuduğum Belli’nin“Anayaso”şiiriyle 18 yaşında okulda disipline verildim. O zamanki suçlama komünizm propagandası yapmaktı.Sonraları vatan hainliği,devleti yıkma,komünizm propagandası gibi ithamlar hep yapılageldi ve bugünlere geldik. 18 yaşında da korkmadım 72 yaşında da korkmuyorum. Geri adım yok, kendi sözünü söyleyerek hep ileriye doğru mücadeleye devam.
Oyunun toplumla buluşma çizelgesi nedir?
Oyun ilk olarak Lefkoşa’da sahnelendi. Daha sonra 22 Ağustos’ta Mağusada oynandı ve 29’unda Güzelyurt ve sonra Lefke,Girne(sendikacı Bayram Karaman anısına oynayacağız) diye devam edeceğiz. Bölünmüş adanın kuzeyinde tüm bölgeleri dolaşmak istiyoruz.Bu süreçte bizleri destekleyen LTB’ye çok teşekkür ederim.
Büyük bir teşekkürü de hiçbir maddi karşılık beklemeden oyunda yer alan Erol Refikoğlu, Özgür Oktay, Döndü Özata ve Umut Ersoy’a, müzikleri yapan Hüseyin Kırmızı’ya çok teşekkür ederim. Bu bir yürek,kafa buluşmasıdır. Ayni ideal uğruna oyunlar oynuyoruz. Bizi kucaklayan seyircimize ve basınımıza da bu vesile ile teşekkür ederim.