BİR ÖYKÜ
“Yassu demeliydik...”
Dr. Derviş ÖZER
O köyü bilir misiniz bilmem, ama eskiler iyi bilir. O köy cangıldı. Ormandı, bereketti, dağdı, ovaydı, suydu, değirmendi. Kısaca cennetti. Burada yaşamak insanın ömrüne ömür katardı. Köyün yukarısında bir pınar vardı ki ne pınar, çağlayarak akardı. Akar, akar derelerden düze inerdi. Geçtiği yerlere hayat verirdi. Canlılık, güzellik, serinlik verirdi. Burada yaşayanlar, güzel insanlardı. Dertleri yoktu. Zengindiler. Zenginlik onlara atalarından miras kalmıştı. Herkesi severlerdi. Bu sudan elde ettikleri ürünleri, köye gelen misafirlerle paylaşırlar, o pınarın hemen altındaki koca çınarın etrafına kurdukları masalarda sabahlara kadar yiyip içip eğlenirler ve köye gelen misafirleri ağırlarlardı. Yok, öyle pek fazla şey de yemezlerdi. Yedikleri bir avuç toprak ve içtikleri bir testi su idi. Onlar doygun, görgülü ve uysal insanlardı.
İkinci savaştan hemen sonra, o koca köyü arayıp taramak, saklananları bulmak bize düşmüştü. Ben ve benimle birlikte 50 kişi. Hemen hemen iki günde bir oraya kamyonlarla götürülürdük ve oranın eski askeri birliğinde geceyi geçirir gündüz arama taramalara katılırdık. Bir gece sonra evimize gelirdik. O köyde arama tarama yapmak intihar gibi bir şeydi. Ne yalan söyleyeyim, korkuyordum. Öldürülmekten, öldürmekten korkuyordum. Öyle ağaç, öyle ot ve çalı vardı ki iki adım öteyi ve iki adım geriyi göremezdik. O bahçelerin arasına bir ordu asker saklansa ve biz yanından geçsek onları fark etmezdik İşte beni kokutan da buydu. Kısaca korkuyordum. Her an bir çalının arkasından biri çıkacak, biri beni takip edecek veya arkamdan bir tetik sesi duyacağım gibi geliyordu bana.
Gündüz evlere giriyorduk. Ben pek girmezdim. Kapının önünde durur, içeriye bağırırdım. Sanki içerde birini görmüş gibi “Çık dışarı! Ellerini kaldır” gibi laflar ederdim, hani içerde biri varsa saklansın veya ben içeri girmeden dışarı çıkacaksa çıksın. Başta böyle yapıyordum. 50 kişi arasında bu yüzden çok dalgaya, alaya alındım. Beni kızdırmak için taklidimi yapıyorlardı, ama kızmıyordum. Korkuyordum sadece. Zamanla korkum azaldı ve evlere girmeye başladım. Sessizce kapıdan bakıyor ve sessizce kaçıyordum. Arkadaşlarım artık benimle daha az alay eder oldular.
Şimdi düşünüyorum da geceleri uykusuzluğum ve kabuslarım, o gün olanlar yüzünden. Her şey, bütün o kabuslar, o gün benim, o iki katlı eve girmemle başladı. Bana yukarısı kalmıştı. Evin dışından tahta merdivenleri gıcırdata gıcırdata ilerledim. Tahta kapı yarı yarıya açıktı. Merdivenlere kasten güçlü bastım, hani içeride birisi varsa, geleceğimi bilsin ve saklansın diye. Sonra yarı açık olan kapıyı silahımın ucuyla itekledim. Kapı gıcırdayarak açıldı. Hafifçe kafamı içeri uzattım. Hiçbir şey görmedim. Kapının arkasına bile bakmadım sadece gözümün ucuyla odaya baktım. İçerde iki yatak ve bir masa vardı. İnsan veya silah yoktu. Döndüm, yavaşça merdivenleri inmeye başladım.
Ben sana bir şey yapmak istemedim ki. Sen ne diye benim arkamdan bağırdın “Beni vurma” diye. “Bana ateş etme!” Telaşımı görünce, korkumu görünce beni teselli etmek için “korkma” diye bağırdın. Senden korkuyordum. Bu yüzden seni aramadım bile. Eve bakmadım bile. Arkamı döndüm ve çıktım. Merdivenleri iniyordum. Niye bağırdın ki. Ben gidiyordum işte. Akşam sen de giderdin, değirmenlerin arasından, suyu takip eder, Kanlıdere’yi bulur, giderdin. Karını, kızını, ananı bulurdun. Annenin seni beklediğini biliyorum. Bundan eminim. Bugün bile seni, anneni düşünüyorum. O her gece rüyama giriyor ve seni bana soruyor. Ama ben yakalamadım ki seni, ben görmedim ki seni, odaya bile bakmadım. Nerede saklandığını bile bilmiyordum.
Orada kalakaldım. Dönüp silahı kuramadım bile. Dışarıda merdivenlerin başında kaldım. Korkudan titriyorum ve bacaklarım tutmaz oldu. Sen hala bağırıyorsun “Ateş etme!” diyorsun. Sen, bende ateş edecek, tetiği çekecek güç mü bıraktın. Her şeyi bırakıp, elime yakışmayan silahı atıp kaçmak geçti aklımdan. Dağlara doğru, yalınayak, çırılçıplak suların içinden, ıslanarak kaçmak geldi. Kaçamadım. Yığıldım kaldım merdivenlerin basamaklarına.
Aşağıdaki arkadaş bağırmaları duyup mevzilendi evin karşısına. İki el mermi sıktı evin kapısına. O da korkuyordu. O da bas bas bağırıyordu. “Kaldır ellerini, silahın at! Dışarı çık!” diye. Kafasını bile kaldırmıyordu. Saklandığı taşın arkasından, sadece silahının ucu görünüyordu.
Ben o merdivenin basamaklarında ellerim ve ayaklarım titreyerek oturdum. Silah sesini duyan diğer arkadaşlar geldiler. Ne yaptığımı bile bilmiyordum. Benim dışımda, benim sebep olduğum bazı olaylar gelişiyordu. Ve ben bunları merdivenin başında oturmuş hayal dünyasında yaşar gibi yaşıyordum. Kendimde ayağa kalkıp, içeri girip, seni dışarı çıkartacak kadar bir güç bulamıyordum. Ya da arkadaşlarıma “Ben buldum, benim esirimdir, ben götüreceğim” deme cesaretinde bile bulunamıyordum. Ben sadece olayı başlatan ve hiçbir şey yapamadan olayları seyreden kişi oldum. Keşke seni esir alıp götürürken bıraksaydım. Bunu yapacak kadar bile güç bulamadım kendimde.
Sen, ellerin başının üstünde evden çıktın. Yanımdan geçerken ayakların titriyordu. Benden fazla korkuyordun. Ve söylediğin tek şey “Tamam, ateş etmeyin, ateş etmeyin” oldu. Saçın sakalın birbirine karışmış, yüzün yanık, elbisen yırtık. Yüzüme baktın. Ben de senin yüzüne baktım. Kasten baktım. Aklıma dedemin lafı gelmişti “Yüzüne baktığın adamı öldüremezsin” demişti. Ben de senin yüzüne dikkatlice baktım. Seni öldürmek istemediğimden baktım Belki de yüzünü aklıma kazımak içindi. Şimdi yüzün hiç aklımdan çıkmıyor. Başıma ne zaman kötü bir şey gelse yüzün gözümün önüne geliyor ve bana gülüyorsun. Benimle alay ediyorsun.
Geceleri annen rüyalarıma giriyor. Kabusum oldu. Kara çarşafını giyip evimin bahçesinden kemik topluyor. Eteklerine kemikleri dolduruyor, oturup benim bahçeye çıkmamı bekliyor. Dışarı çıkmaya korkuyorum. Bahçeye çıktığım zaman da gelip, elindeki kemikle başıma, sırtıma vuruyor, beni suçluyor bana kızıyor, beddualar ediyor. “Sen sebep oldun da oğlumu öldürdüler” diyor.
Oysa ben senin nerde olduğunu bile bilmiyorum. Ne yaptılar? Seni nereye götürdüler? Nereden geçtiniz? Nereye gittiniz? O duyduğum silah sesleri neydi? Nereden gelmişti? Seni sormadım bile korkumdan. Bana seni öldürdüklerini söyleyecekler ve “Şuraya attık” diyecekler diye. Keşke o gün, ben hiç yukarı çıkmasaydım. Keşke o gün sen hiç bağırmasaydın da ben arkamı dönüp gitseydim. Sen de gece olunca o suların içinden sarmaşıkların arasından kayıp gitseydin, anneni bulsaydın. Ve o da beni geceleri rahat bıraksaydı.
Biliyorum, bu kabus ancak ben ölünce bitecek. Ölünce seni bulacağım veya sen beni bulacaksın, O zaman anlatırsın, ben de öğrenirim sana ne olduğunu. Belki o zaman ikimiz de yapamadığımız şeyleri yaparız. Koluna girer, seni alır götürürüm o gün yapamadığım ve hep pişman olduğum şeyi yaparız. O köyde, her ne kadar o pınar kuruduysa da, her ne kadar o çınarı kesip odun yaptılarsa da, orada oturur kavunumuzu keser, çıplak ayaklarımızı, akan suya olmasa da, sadece toprağa basar, zivaniyalarımızı içer, “Yassu!” diye bağırırız. Sabaha kadar içer, sabaha kadar şarkılar söyler ve sabah sarhoş bir şekilde yine cennetin kapısını çalarız. Deriz ki kapıdaki görevliye “Aç kapıyı aç! Biz yaşamamışız. Aç kapıyı, yaşamdan çaldığımız bir gün, bir gece olsun defterimizde.” Ve başka bir yaşanmamış günün planını yaparız seninle.