YATANA ZEVAL GELMESİN

Tacan Reynar

“Birkaç beden bulun” dedi telefondaki ses, “adam olmaları gerekmez, kişi de olmasınlar, ellerine birkaç bişey verin siz bilirsiniz, desinler ki işte, yaptık...” 

Ahizeyi sağ kulağından uzaklaştırıp telefona baktı, sesin geldiği o üç delikten sanki kendisini gözetliyor, oradan çıkıp kulaktan beynine doğru süzülüp hücrelerine emir veriyor ve sonra dönüp tekrar ahizeye saklanıyormuş gibi hissetti bir an için adam. Emirler bitince içindeki huzursuzluk büyüdü, koltuktan doğruldu, telefonu kapattı. 

Alışkındı. Aldığı emirler onun için her daim vatani görev oldu, tabii evlatlarının tokluğu da bu işe bağlıydı. Aldığı emirleri yerine getirir, ödüllendirilir ve yeni görevler beklerdi. Hayat böyle değil midir zaten, birileri görevini yapar, tok kalır. Hayat döngüsü bu, o tok kalanlar aç kalanların rızkını yer de öyle öyle tok kalır. Bu görevde tek yapılması gereken telefondaki sesi dinlemek, çizgiden çıkmamak, nizamı bozmamak. Şimdi, memleket çocuklarını düşünmeyi bırakıp 3 gün sonrası için işe başlamak gerek. 

Adam kafasını kaldırıp pencereden dışarıya baktı. Hafif bir esintinin soğuğundan başka bişey yoktu şehirde. Sokaklar boştu, sıradan insanlar şimdi bu vakitte televizyon ekranlarına bakıp gülüyorlardı, her şey yolundaydı, görevin amacı uyuklayan bir toplumu canlandırmak isteyenlerin canına okumaktı. 

Benim görevim bu dedi adam, can okumak, beden satın almak, sonra da o insanlardan amaca hâsıl yollar döşemek. Karanlık bir odada sadece masa lambasının ışığında ve sigara dumanının nefesi kesen boğucu griliğinde, düşünmeye başladı. Bu mübareği de bırakmam gerek. 

Zor değil diye düşündü önce, kolayca bulunur, önemli olan sonuçlarını ayarlamak. Hiçbir şey olmayacaktı. Hesap buydu, konuştuğu birkaç emir kulu her şeyi ayarlayacaktı. Tıkırında, nakaratında gidecekti her şey. 

Bir insanın varlık problemini düşünebilmesi için önce yokluğu bulması gerek, karanlığı keşfetmesi için önce ışığı bulması gerektiği gibi. Gözlerini bağlar, ağzına bal çalınırsa bir insan aydınlığı neylesin? Derdi mi olur yola ve gitmeye dair, hep yanında, şuracıkta oturur kalır, verildikçe yalar, yutar, geçinir gider. Değil mi?

Adam bunları düşündükçe gülümsemeye başladı. Her şey yolundaydı, ağılda daha çok bal vardı, kovanda daha çok koyun. Yoksa tersi miydi, koyunlar sahi, bal sever miydi?

Birkaç beden bulmak gerek şimdi. Bırak bu saçma şeyleri düşünmeyi dedi iç sesine ve işe girişti. Kuzuları, koyunları ve arıları hükümdar düşünsün.

Saate baktığında vaktinin azaldığını gördü. Ahizeyi kaldırıp emirler yağdırmaya başladı. O olmaz, bu olmaz, o hiç olmaz, o olur. Liste tamamlandı, çizgili defterinin 3 sayfasına notlar düştü, cevaplar yazdı, sorular sordu. Noktalar, soru işaretleri ardı ardına o 3 sayfaya sıralandı, virgüller unutuldu.

Tamamdı, 3 gün sonra şenlik vardı.

Adam ihalesiz alınan devlet koltuğundan doğruldu, esnedi, gerindi, yine gülümsedi.

 

3 gün 3 vakit sonra şehri huzursuzluk bastı. Işıklar yandı, televizyon ekranlarında cızırtılı karıncalar yürümeye başladı. Ahali bir kendine bir komşusuna baktı, komşusunu tanıyamadı. Bu nasıl oldu da değişti dediler, adam gitmiş bal satılan dükkanda içini bırakıp bedenini almış da gelmiş. Bişey kalmamış bundan. Olacak iş değil.

3 sayfadaki soruları, cevaplara bağlayan çizgilerin arasına memleket koymuşlar.

Hükümdar otur deyince çömelen, kalk deyince takla atan berbat bir sirk kurmuşlar. Işıl ışıl renkli renkli.

Ahali susmuş, adam parmaklarını çıtlatmış, hep bir elden bal tutan parmakların beşi birden, hem de 3 sayfanın sorularının ve cevaplarının arasındaki çizgileri bildiğin konuşmak için, dudaklarını aralayıp genizlerine sokmuşlar, sonra da ...

Bilmeyenler için bu köşe yazısında tarifini verelim: Adamın çıkarttığı sese parmak şıklatma denir. Bir eldeki baş parmağın diğer parmaklar üzerine getirilip gerginleştirilmesi ve sonrasında da baş parmağın yukarıya, diğer parmakların aşağıya hareket ettirilmesi yoluyla çıkarılır. Anlayacağınız sesi çıkaran baş parmaktır, diğerleri yardımcıları.

Gelelim yazımızın sonuna. Adam gülümsüyor yine. Ne güzel şıklattım diye kendisiyle gurur duyuyor. Duymalı elbet, kendisi bir emir kulu. Bir bal avcısı ağızlara bal çalmanın yanlış olduğunu düşünür mü? Burada emir-komuta zincirini anlatmak için Nuremberg yargılamalarına girmek gerekir de, biz memlekete dönelim.

Poh poh poh, sonuç itibariyle, bal tutan parmağını yalar, bazen taş olur da savrulur, haysiyet olur da atılır, laf ola da vurulur, memleket ölür de ölür. Kimin umurunda? 

Yeter ki dudağında bal, 

yatana zeval gelmesin.