Hayat çok hızlı akıp gidiyor buralarda...
Herkes çok yoğun...
Her anımız dolu...
Sevdiklerimize, hobilerimize yer yok neredeyse hayatımızda...
Sürekli bir ‘acil iş’ var bitirilmesi gereken...
Toplantılar, görüşmeler, raporlamalar, fikir teatiler, özel görüşmeler, hesap-kitap işleri, planlama, koordinasyon, dağıtım, tahsilat, satış, alış-veriş, okul, ev işleri, resmi dairelerdeki takipler...
Bir de telefon görüşmeleri!
Bitmek bilmeyen, dakikalar süren, arkası kesilmeyen telefon trafiği...
Yazarken bile yoruluyor insan!
**
Oysa bu kadar hızla akıp giden hayat bir yerde duruyor işte...
Ya da an geliyor size ‘SOS’ mesajı veriyor.
O zaman aklımız başımıza geliyor işte...
Kısa süreliğine de olsa, anlıyoruz hayat denen sürecin de bir ‘expire tarihi’ olduğunun...
Ya cenazelerde, ya hastane kapılarında aklımız başımıza gelir gibi oluyor.
Sonra hayatın hızına yetişmek için tekrar dalıyoruz aynı yoğunluğa, aynı tempoya, aynı stresli rutine...
**
Bu işler böyle gitmez ama...
Küçük bir ülkede bu kadar ağır bir iş temposu, böylesine dayanılmaz bir stres kaldırılacak gibi değil.
Zaten kaldıramıyoruz da...
Bakın, her an etrafımızdan birileri hasta oluyor, ölüyor.
Kanser ve kalp hastalıkları başta olmak üzere, strese, yorgunluğa, yoğunluğa, düzensiz beslenmeye, hareketsizliğe, çevresel faktörlere bağlı yığınla hastalık başımızda geziniyor. Bir de genetik yatkınlığımızı, doktor meraklısı olmayışımızı ya da tam tersine ‘ilaç bağımlısı’ oluşumuzu ekleyince, bireysel sağlık bakımından hemen herkes ‘arızalı’ durumda...
Doktorlar her daim tavsiyede bulunuyor, “Sigara ve alkol kullanmayın, düzenli beslenin, gerektiği kadar uyun, spor yapın ve stresten uzak durun” diye...
Ya birini, ya diğerini yapıyoruz belki de, tüm uyarılara dört dörtlük uyan pek çıkmıyor karşımıza...
**
1980’li yıllardan beri aktif olan bir ‘hareket’ var dünyada: Yavaş Hareketi...
Professör Guttorm Fløistad akımı “hızlı modern hayatı eleştiren ve hayatın farklı alanlarında (yeme biçimi, ekonomik hayat, insanlararası ilişki vs.) hız ve modern tüketim kalıplarını dönüştürecek bir kültürel değişimi savunan toplumsal hareket” olarak tanımlanıyor.
Bazı belediyelerimizin uygulama aşamasına geldiği ‘Citta Slow’, yani ‘Yavaş Kentler’ de bu hareketten çıkmış. Yavaş Yemek, Yavaş Ebeveynlik, Yavaş Mimari, Yavaş Okuma gibi türevleri de var.
‘Yavaş Hareketi’ hayatı ‘kaplumbağa hızı’ ile yaşamayı önermiyor, ‘hayatın farklı alanlarındaki aktiviteleri daha tatmin edici şekilde ve doğru hızda gerçekleştirmek’ten söz ediyor. Aynen yemek yerken olduğu gibi ‘sindire sindire’, ‘tadını çıkararak’ yaşamak kastediliyor.
Bu akım çerçevesinde kurulan ‘Dünya Yavaşlık Enstitüsü’ bile var!
Bu hızlı, yoğun, yorucu tempodan kurtulmak için ‘yavaş yaşam’ felsefesine ve bu çerçevede yapılanlara yakından bakmakta fayda var.
Zira ‘yavaş yaşam’ hepimizin hakkı!..
Söke söke mi almalı, yoksa yavaş yavaş mı?