"Yavru olmanın bedeli var" sözünü duyduğumda ve okuduğumda bin defa sarsıldım.
Evet, bir bedel ödendi ve ödenmeye devam ediyor.
Bu bedel, bu topraklarda yaşayanlar ve yaşamayanlar tarafından ödendi ve ödenmeye devam ediyor.
Evet, bu topraklarda Kıbrıslı Türkler ve Rumlar bedel ödedi.
ENOSİS ve Taksim düşüncesinde ilk ödenen bedel, insani ve demokratik değerlerden uzaklaşmak oldu.
Vahşileştik.
Milliyetçi hedefe ulaşmak için ayni toprakta yaşayan bizden farklı dili ve dini inancı olanları yok saymak, aşağılamak, tüketmek için kendi insani değerlerimizi batırdık.
Türkçe "bin gâvur kellesi bir kin ödemez" şiirleri okuduk. "Kahbe Yunan " edebiyatı yaptık.
Elence "en iyi Türk, ölü Türk’tür, Kahbe Türk" sözleri marifet sayıldı. Kendi vatandaşına 400 yıllık misafir tanımlaması yapıldı.
Bu yetmedi.
Ayni ana dili konuşan insanlarca, milliyetçilik söylemleri eşliğinde yüzlerce, binlerce, solcunun, barışçının, demokratın toplum yaşamından ekarte edilmesi, baskılanması, hatta öldürülmesi vahşeti de her iki toplumun içinde yaşandı.
Evet, insani ve demokratik değerlerden uzaklaşmanın, vahşileşmenin ağır bedellerini ödedik.
Üstelik bu bedeli yalnız biz ödemedik.
Bu milliyetçi hedefler yüzünden demokratik ve insani bedeli Türkiye ve Yunanistan halkları da ödedi.
İstanbul'daki İzmir'deki Rumlar, Batı Trakya'daki Türklere düşmanlık temelindeki davranışlar nedeni ile iki ülkenin halkları da insani ve demokratik değerlerinin kaybının ağır bedelini ödedi.
Türkiye ve Yunanistan'daki derin devlet örgütlenmeleri ve demokrasiyi boğan askeri darbelerin besiyeri de Kıbrıs oldu.
Yetmedi.
Kıbrıslı Türkler, 1963- 1974 arasını göçlerle, baskılarla, dışlanmışlıklarla, öldürülme ile ağır bedellerle de ödedi.
Kıbrıslı Rumlar 15 Temmuz ve 20 Temmuz da göç, ölüm ve felaketle ağır bedel olarak ödedi.
Yetmedi.
Hala süren çözümsüzlük nedeni ile kendi insani, ekonomik ve demokratik değerlerimizi, askeri harcamalarda, üstünlük yarışında tüketerek ağır bedeller ödemeye devam ediyoruz.
Türkiye, Yunanistan halkları da bedel ödemeye devam ediyor.
Askeri harcamalarla, gerginlik nedeni ile ekonomik ve insani kapasitelerini bu dünya krizi içinde dahi, ortak ve büyük bir sinerjiye döndürememekle bu ağır bedeli ödüyor.
Ana- Yavru olmanın bedelini Türkiye ekstra ödüyor.
Biz ödüyoruz.
Midera Ellada ve Kıbrıs Elendir sözünün bedelini de Yunanistanlılar ve Kıbrıslı Rumlar hala çözümsüz Kıbrıs sorunu nedeni ile ödemeye devam ediyor.
BİR BEDEL DAHA
Evet, Türkiye bize destek oldu. Bunu kimse inkâr edemez.
Ama bu iki sonuca yol açtı.
Sağda Şükran söylemi ile bu destek, kendi üretkenliğini azaltan ve gelen kaynakları kamu vasıtası ile dağıtan, ekonomik dinamizmi tüketen bir anlayışa yol açtı. Yani kendi kapitalist dinamiklerini de öldürdü.
Bu olguyu da, vatan millet söylemleri ile erki elde tutma aracına döndürdüler. Önemli bir iş çevresi, kendi dinamiğinden değil, sofrada kendine verilenle var olabileceği anlayışı ile edilgen oldu.
Sağ siyaset buna, Şükran söylemi ile bir çerçeve çizdi.
Bu konu sola da bulaştı.
" Biz Türkiye'nin sınır bekçisiyiz, bu yüzden vermeli " söylemi ile başlayan bu anlayış, üretkenliğin, verimliliğin, kamu yönetiminin düzenlenmesi. Bağımlılığın nasıl azaltılıp, ekonominin nasıl büyüyeceği arayışları, tartışmaları ve sosyal adaletin bu temelde nasıl sağlanacağı özünden uzaklaşıldı.
Dolayısı ile mücadele, toplumsal emeğin yol açtığı alın teri kokan adil paylaşım yerine, refah arayışı, " bul da nereden istersen bul " söyleminde somutlaşan, Türkiye'den aktarılan kaynaklarla refah arayışına dönüştü.
Böylece yalnızca Türkiye'den aktarılan kaynakların üleşmesi anlayışı gelişti.
Sağ iktidarların Kıbrıs sorununun çözümsüzlüğü siyasetinin ekonomik ve toplumsal tabanını genişletmek için zaman zaman Türkiye'den alınan kaynakla çalışana aktardıkları ile emek hareketinde buna alkış tutar haller gelişti.
Bu yaklaşım, bağımlılığı azaltma çabası gösteren sol, hatta kimi sağ siyasetçilerin dövülmesi özelliğini de geliştirdi.
Bu yaşanırken, özellikle Türkiye siyasi ve iş çevrelerinde bir başka anlayış da gelişti. Bu da " biz Kıbrıslılara balık vermek yerine, onu tutmasını öğretmemiz gerekir" şeklinde bir başka abilik yapmak anlayışı oldu.
Bu şekli ile dayatma politikaları, abi tavsiyeleri, baskılamaları gelişti.
Bu neden böyle oldu?
Çünkü hem bu politikaya, yani Türkiye'den aktarılan kaynaklarla yaşamı şekillendirme anlayışlarına karşı çıkan, yaklaşımlar ve arayışlar gelişmeye başladı. Hem de bu politikanın kaynak sömüren ucu açık özelliği, Türkiye'ye de yük olmaya başladı.
Şimdi bakın, Ana - Yavru sözüne tepki çok.
Ama "yavru olmanın bedeli var sözüne dönük" ise ya ses yok, ya da, talep olarak o kaynaktan daha fazla pay isteme samimiyetsizliği eşliğinde, " paranı istemiyoruz" havai fişekleri var Herkeste yenilenmeden söz ediyor. Ana mantık ise ister sağda, isterse solda olsun "o gitsin" oluyor.
O gitsin, bu gitsin ve şu gelsinle yenilik mi oluşacak?
Yanlış anlaşılmasın ben kendi hesabıma kök salmak niyetinde değilim olduğum yerde.
Ama ülke ve halk için düşünce üretmek, siyasi görüş ifade etmek için ne yaş, ne baş, ne makam ve yer söz konusu olamaz.
Herkes bunu yapmalı ve yapabilir.
Kimse kimseyi aşağılayarak, yok sayarak bunu engelleyemez.
Bu yüzden, "Yavru olmanın bedeli var" sözüne yalnızca öfke duyulacağına buna dair düşünmek gerekir. Yani yeni olan ne olmalı?
" Kendi ayaklarımız üzerinde duracağız " sözünün altını nasıl dolduracağız arayışını yaşamın her alanında ellemek, evet bu olmalıdır.
Nihilist anlayışlardan çıkarak, bu temelde ne yapacağımızın arayışını ele almalıyız.
Gerisi yalnızca söz ve tepki olur.
Yani tepkiler yalnızca sel olur ve geride bir tek kum ve molozları bırakır.
Bu nedenle eğer, iş dünyası kendi açısından, emek dünyası da kendi açısından talepleri ile yalnızca Türkiye'den aktarılan o söylenen milyarlık kaynağın, hangi kesime daha fazla aktarılacağı hengâmesi içinde olacaksa, bedel ödenmekle bitmeyecektir.
Evet, Kıbrıslı Türkler, Rumlar, Türkiyeli ve Yunanistanlı insanlar çözümsüzlükle artık bedel ödememeli. Federal çözüm için enerji yükseltilmelidir.
CTP MESELESİ
CTP'nin geleceği, sorunları herkesin derdidir. Ama bu dert herkesin kendi bulunduğu noktada kazacağı bir çukurla çözülemez…
Kazın çukurları, sonuçta o çukurlar binanın duvarlarını çökertecek.
Ana taşıyıcı kolonların çökmemesi için ben, basın-yayın organlarında veya başka yerlerde bunu tartışmayacağım.
Hala kurullar ve kurallara olan inancımla ve yüz yüze konuşmanın zenginliği ile şahıs odaklı değil, ama neyin ne olduğunun konuşulacağı, insanların birbirini anlayıp karşılıklı dinleyeceği bir ortama kendimi saklıyorum.
Ama bu oluşmazsa da düşüncelerimi parti yayın organlarında ya da sosyal medyanın laf sokan, iğne batıran ve çok çirkinleşen alanlarında değil, kendi sayfamda görüş ve değerlendirmelerimi yazacağım. Tartışmayı görüş eksenli ele almak için.
Bu da tarihe ve 1970' den beri verilen emeğe saygı gereği olacak.