İki büyük romancının, J.M. Coetzee ile Paul Auster’in mektuplarını okuyorum bu aralar. Birbirlerinden kilometrelerce uzakta yaşayan bu iki dostun birbirlerine yazdıkları mektuplarda paylaştıkları düşünceleri okumak son derece keyifli, bir o kadar da düşündürücü.
26 Eylül 2009 tarihli mektubunda, “1950’ler ve 1960’lar, sonradan sessiz sedasız inişe geçen Amerikan şiirinin önemli bir dönemi gibi görünüyor. Yanılıyor muyum? Atladığım bir şey var mı?” diye soruyor Coetzee dostuna. Sonra, 14 Ekim 2009 tarihinde yazdığı mektupta, sorusunun içerdiği düşüncenin kapsamını, Amerikan şiirini aşacak biçimde genişletiyor ve “bana öyle geliyor ki, 1970’lerin sonlarında ya da 1980’lerin başlarında bir şeyler oldu ve bunun sonucunda sanat içsel yaşamımızdaki öncü rolünden vazgeçti” diyor yazar.
Auster, soruyu ve yorumu yanıtlamakta gecikiyor ve gecikmesinin sebebini, “görüşüne cevap olarak tutarlı, uygun bir şey söylemeye çalıştığım için geciktim” diyerek açıklıyor. Sonra, Coetzee’nin sözünü ettiği olgunun sebeplerini açıklamak için yararlanılabilecek yaklaşımları şöyle sıralıyor: “1) Kapitalizm[in] zaferinin analizi, 2) Pop kültürün ‘yüksek kültür’e karşı zaferi, 3) Komünizmin çöküşü ve onunla birlikte devrimci idealizmin, toplumun yeniden oluşturulabileceği kavramının da çöküşü, 4) Modernizmin ölümü”. Sıraladığı sebeplerin ardından şu çarpıcı cümleyi kurmayı da ihmal etmiyor Auster: “Bu konuları irdeleyerek birtakım cevaplar bulunabilir ama benim bulabildiğim tek şey hüzün”.
Kendisi pek beğenmese de buluşunu, Auster’in sıraladığı sebeplerin her birinin bu değişimin üzerinde etkisi olduğu kesin. Gayriinsani yanları herkesçe bilinen bir ideolojinin zaferini ilan etmiş olduğu, insani alternatiflere ve akla olan inancın dibe vurduğu, kültürün vasata endekslendiği bir dönemde, insan aklının ve yaratıcılığın üst düzey ürünler ortaya çıkarabilmesi herhâlde kolay değildir. Dolayısıyla aslında Auster’in kendi buluşunu beğenmemesine katılmak yanlış olur.
Bununla birlikte, sonucun değişmediği konusunda haklıdır Auster. Sebepleri açıklayabilseniz de, vardığınız sonuç pek fazla değişmiyor: “Elde var hüzün”!
Aslında Coetzee’nin yazdıklarına hâkim olan duygu da aynısı olsa gerek. Edebiyatın 1970’li-1980’li yıllarla birlikte “iniş”e geçmesi, ona gönül vermiş olanları kaçınılmaz olarak üzüyor, belki daha doğrusu hayal kırıklığına uğratıyor. O kadar büyük ki bu hayal kırıklığı, bu “konuyu ne kadar çok düşünürsem, moralim o kadar çok bozuluyor - kendi dönemimin, kendi yaşamımın ölüm ilanını, anma yazısını yazıyormuşum gibi bir duyguya kapılıyorum” diyor Auster.
Gerçekten de 1960’ların sonlarına kadarki şiiri, romanı bilenler, onun tadına varanlar için, 1970’lerden, 1980’lerden sonraki şiir ve romandan söz etmek ister istemez acı veriyor. Önceki dönemlerin dünyayı anlamak ve yorumlamakla yetinmeyip onu değiştirmeye de yönelen edebiyatının mirasını devralan “yeni edebiyat”, istisnaları saklı kalmak kaydıyla, Marks’ın eleştirdiği filozofları hatırlatırcasına, değiştirme idealinden tamamen vazgeçerken, o filozofları dahi aratır hâle geliyor yavaş yavaş. Sonuç olarak, bir dönemin romanının, şiirinin ve genelde edebiyatının insanların iç dünyasında yarattığı, onların hayatlarına yön veren dalgalanmaların izlerine bugün rastlamak pek kolay değil. Auster şu sözcüklerle açıklıyor bu dönüşümü: “İlk modernistlerin buluşlarını tutuşturan ateşli fikirler sönmüş gibi görünüyor. Artık kimse şiirin (ya da sanatın) dünyayı değiştirebileceğine inanmıyor. Kimse kutsal bir misyon üstlenmiyor. Nereye baksan şairden geçilmiyor ama bunlar sadece birbirleriyle konuşuyorlar”.
Kendisini boğan hüznün etkisiyle olsa gerek, bu dönemi daha öncekilerle karşılaştırarak son derece sert biçimde eleştirir Auster: “Bütün cephelerde aptallık arttı. Amerikan İç Savaşı sırasında askerlerin yazmış olduğu mektuplar okunacak olursa, o mektuplardan çoğunun günümüz İngilizce profesörlerinin yazılarından çok daha edebi, meramını çok daha iyi ifade eden, dilin nüanslarına çok daha duyarlı oldukları ortaya çıkar. Okullar mı kötü? Kötü okullara göz yuman hükümetler mi kötü? Yoksa bunun nedeni sadece dikkati dağıtan fazlasıyla çok eğlence, fazlasıyla çok neon tabelaları, fazlasıyla çok bilgisayar ekranı, fazlasıyla çok gürültü mü?”
Sanırım yanıt yine, test sınavların bazılarında olduğu gibi, “yukarıdakilerin hepsi”! Dahası, tam da bu sebeplerle, yalnızca edebiyatta değil, akademide ve siyasette de aynı “çöküş”ü tespit etmek mümkün. Oralarda da hâkim olan, aynı aptallık, aynı hüzün! Belki daha da çarpıcı olan, bu alanlardaki dönüşümün de aynı dönemlerde başlaması.
Auster ile Coetzee’nin hüznünü paylaşsam da, her şeye rağmen onlar kadar umutsuz olmak istemiyorum doğrusu ben. Çünkü bu “iniş”in ya da “çöküş”ün sebepleri, Auster’in de belirtmiş olduğu gibi, belli. Eğer belliyse sorunu yaratan sebepler, çözümden çok da uzak değiliz demek ki!
Öncelikle, sanatta da, akademide de, siyasette de, kapitalizmin zahirî zaferini reddederek başlanmalı işe. İnsanın aklına ve yaratıcılığına güven tazelenmeli ve bu kadar gayriinsani bir ideolojinin tarihin sonu olduğu yalanı yutulmamalı. Bu arada sanatın, bilimin ve siyasetin dünyayı açıklamakla yetinmeyip değiştirmeye yönelmesi gerektiği akıllardan asla çıkarılmamalı. İnsanlığın tarihinde aptallığın bu kadar yaygınlaştığı ilk dönem değil içinde yaşadığımız. Elbette bu dönemde aptallaştırma amacıyla kullanılan aparatlar tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar gelişti. Ama aynı aparatların yaratıcı akılla yeniyi yaratmak için de pek güzel kullanılabileceği unutulmamalı.
Özcesi, bu yaygın aptallık karşısında hâlâ birilerinin hüzünlenebiliyor olması aslında hepimizi umutlandırmalı. Bu hüzün elbette öfkeye, öfke de değişimin potansiyelini içinde barındıran bir enerjiye dönüşecek bir yerlerde. O yerlere varıldığında biz buralarda olur muyuz bilinmez. Ama mutlaka bilmemiz gereken bir şey var: Daha güzel sanat, daha doğru bilim, daha iyi siyaset için kollar bugünden sıvanmalı.
----
[1] Paul Auster-J.M. Coetzee, Şimdi ve Burada (Mektuplar 2008-2011), çev. Seçkin Selvi, İstanbul, Can Yayınları, 2013, s. 99.
[2] Auster-Coetzee, s. 111.
[3] Auster-Coetzee, s. 112-113.
[4] Attila İlhan’ın “Elde Var Hüzün” adlı şiirinin sonundaki “hayat zamanda iz bırakmaz/bir boşluğa düşersin bir boşluktan/birikip yeniden sıçramak için/elde var hüzün” dizeleri ne kadar da iyi anlatıyor Auster ile Coetzee’nin hâllerini.
[5] Auster-Coetzee, s. 112.
[6] Auster-Coetzee, s. 104.
[7] Auster-Coetzee, s. 113.