Özlem ERTAN
Sıcak yaz akşamlarında Rebetiko şarkıları sık sık kapımı çalıyor. Neden özellikle bu mevsimde ziyaretime geliyorlar bilmiyorum. Belki de Ege’nin ılık, deniz kokan ikliminde ortaya çıkmaları ve içlerinde bu mevsime özgü bir sıcaklık taşımalarıdır bunun sebebi.
Ezgilerin kapı aralıklarından odaya usulca süzülmesiyle birlikte Kostas Ferris’in 1983yapımı meşhur filmi “Rebetiko”nun bazı sahnelerini anımsıyorum: Geçen yüzyılın başında, İzmir limanındaki şarkılı meyhanelerden birinin sahnesinde gitar çalıp şarkı söyleyen müzisyen, ona tefleri ve sesleriyle eşlik eden kadınlar, ahşap sandalyelere oturmuş nargilesini tüttüren İzmirliler...
Derken görüntüler değişiyor. Atina’nın Pire semtindeki meyhaneler, siyah-beyaz fotoğraf kareleri gibi gözlerimin önünde beliriyor. Esrar sigaralarından çıkan dumanla kaplı mekânlar bunlar. Müzisyenler ile seyircilerin pek çok ortak noktası olduğu hemen anlaşılıyor. Hepsi de hüzünlü ve yoksul insanlar. Kahkahaları, her an ağlamaya dönüşecekmiş gibi vurdumduymazlıkla acı arasında gidip geliyor. Pek çoğu dertlerini unutmak için esrar ve alkolün yardımına başvuruyor. Bir daha asla geri dönemeyeceklerini bildikleri diyarların, İzmir ile İstanbul’un şarkıları, kalplerine kara bulutlar gibi çöken hüznü dağıtmak şöyle dursun, daha da çok büyütüyor.
Sonra film karelerini aklımın bir köşesinde uykuya yatırıp bu müzik türünün kökeni hakkında düşünmeye başlıyorum. Bir yandan da birçok Rebetiko şarkıcısı gibi genç yaşta ölen Stella Haskil’in sesinden, ismi Türkçe, sözleri ise Rumca olan “Bir Allah” şarkısını dinliyorum.
MÜZİĞİN SAHİCİLİĞİ
Rebetiko’yu sahici olduğu için seviyorum en çok. Siyasi sınırların savaşlar ve antlaşmalarla değiştiği bir dönemde yaşama talihsizliğine uğrayıp göç yollarına düşen, sürülen insanların yaşamından ve geçmişinden kesitler içermesi beni etkiliyor.
Tıpkı Portekiz’in Fado’su ve Güney İspanya’nın Flamenko’su gibi farklı kültürlerin ve halkların iç içe yaşadığı bir dünyada doğmuştu Rebetiko.İstanbul, İzmir, Selanik gibi kozmopolit kıyı kentlerinde, 18 ve 19. yüzyıllarda...
Hepsi de Osmanlı vatandaşı olan Rumlar, Türkler, Araplar, Ermeniler, Museviler, uzun zaman, ortak bir coğrafyada yaşadılar ve kültürel anlamda birbirlerinden beslendiler. Sadece halkların değil, müziklerin de farklı etkilerle geliştiği, değiştiği bir dönemdi bu. Büyük liman kentlerinde “Cafe Aman” ya da “Amane Kahvesi”denen müzikli mekânlar vardı. Bu eğlence yerlerinde, Osmanlı coğrafyasında varlık gösteren pek çok kültürden etkiler taşıyan ve “Aman, aman” nidalarıyla süslü şarkılar söylenirdi.
Derken imparatorluğun büyük bedeni bölündü ve onun parçalarından yeni ülkeler doğdu. Anadolu Rumları 1923 mübadelesiyle birlikte Yunanistan’a zorunlu olarak göç ederken Türkçe ve Rumca sözlü Amane şarkılarını da yanlarına aldılar.
Artık şarkı söylemek ya da dinlemek onlar için sadece eğlence, zaman geçirme ya da sanat aracı değil, yitik geçmişi yâd etmenin de yoluydu.
ÖLMEDİ, UYKUYA ÇEKİLDİ
Pire’nin duman altı meyhanelerinde müzik yapanlar bu sayede para kazanıp hayatta kaldılar. Dinleyenler ise ezgilerde yitik geçmişlerini aradılar. Rebetiko, Yunanistan’daki yolculuğunda da değişti, yenilendi. Farklı müzik tarzlarından ve enstrümanlardan beslendi. Adlarını müzik tarihine yazdıran Roza Eskenazi, Marika Ninou, Stella Haskil, Rita Abacı gibi şarkıcılar; Markos Vamvakaris, Vasilis Tsitsanis gibi besteciler yarattı.
Rebetiko, 1960’larda ise zamanın tozları altında kalmış, modası geçmiş bir müzik türüydü. Atina’da uzun zaman sefalet içinde yaşayan Anadolu göçmenleri ve onlarla aynı kaderi paylaşıp toplum dışına itilen esrar bağımlılarıyla kabadayılar dışında bu eski şarkıları dinleyen kalmamıştı.
Ancak Rebetiko sanıldığı gibi ölmemiş, yorgunluğunu uykuyla dindirmişti. Çok geçmeden küllerinden doğdu ve sadece Yunanistan’da değil, diğer ülkelerde de kendine dinleyici buldu. Eminim ki, şimdi birileri tıpkı benim gibi o kadim, yaşanmışlık kokan şarkıları dinliyor ve geçmişi hayal ediyor.
(TARAF – Özlem ERTAN – 25.8.2014)