Aşkın insanlık tarihi içinde bu denli önemli olmasının bir nedeni öteki ile kurulan en çetrefil ilişki olması belki de. Aslında öteki ile olan ilişkimizin imkansızlığına dair bir durum bu. Aşkta hayattaki varoluşumuza dair her türlü trajedi mevcut. İki kişi arasındaki bu ilişki bütün toplumsal meselelerin küçük bir modeli gibi. Birisi iktidar kurmak, ele geçirmek ister, öteki direnir. İnkâr edilmek, reddedilmek, varlık alanlarımızın işgal edilmesi, kıskançlık, paylaşamamak, yaratıcılık ve yıkıcılık vs. Bunlar iki kişi arasında da yaşanabilir daha büyük topluluklar içinde de. Troya savaşını başlatan aşktır ama aslında itibarını kaybetmek, gurur, iktidar arzusu, ego yaralanması gibi öğelerle de açıklanabilir bu. Birisinin bize duyduğu aşk bizi doruklara yerleştirir, Bizim duyduğumuz aşk ise bir paradigmaya göre yerlerde sürünmemizdir ama bana kalırsa o da ruhsal bir yücelme, yükselme halidir. Aşk varlığımızın anlam bulmasıdır. Dünyanın kalabalığı içinde biricikleştiğimiz bir durumdur.
Aşk söz konusu olduğunda her türlü entelektüel birikim, ideoloji anlamsızlaşabiliyor. Aşkın bütün bunlardan bağımsız kendi ideolojisi var çünkü. Mülkiyeti paylaşabiliyorsun ama sevgiliyi paylaşmak zor. Aşk üçgenleri çoğu zaman büyük acı veriyor. Aşkın bunca şiire, romana, filme vs. konu olmasının en önemli nedeni de içinde bir trajedi taşıyabilmesi… Ben eskiden aşkın sevmenin en yoğunlaşmış biçimi olduğunu düşünürdüm. Sonradan anladım ki birine âşık olabilirsin ama onu pek de sevmeyebilirsin. Çok daha karmaşık nedenlerle olabilir aşk. Aşkın nefrete dönüşmesinin bir nedeni de aslında sevmiyor oluşumuz. Pek çok narsis için kendini seyrettiği bir ayna olabiliyor aşk. Birisine birden çarpılmamızın, onsuz yapamayacağımızı düşünmemizin çocukluğumuza kadar giden kökleri olabilir. Psikiyatristler aşka bir hastalık gibi davranıyorlar bu nedenle… İrvin Yalom’un kitabına “Aşkın Celladı” demesi tam da bu yüzden. Şairler psikiyatristler gibi düşünmüyorlar tabii. Aşksız bir hayat daha düzgün bir hayat olabilir ama psikiyatristlerin tanımladığı normallik çok da tercih edilesi bir durum değil bana kalırsa. Pek çok yaratım “normallik” dışına çıkınca mümkün olabiliyor. Dünyanın deliliğin enerjisine de ihtiyacı var.
Aşk söz konusu olunca bir ilkenin bir kuralın varlığından söz edemeyiz. Genellikle aynı motifi tekrar ettiğimiz, benzer kişilere âşık olduğumuz söyleniyor. Aynı anda iki, hatta daha fazla kişiye âşık olabilen poliamoroz kişiler var. Bazı insanlar ise hiç âşık olmamışlar ve böyle bir duygunun varlığından haberleri yok. Aşk hakkında öyle çok şey yazıldı ki kimileri aşkı içinde bulmaktan çok bu yazılanların etkisi ile biçimlendiriyor.
Bazı insanların içinde aşk duygusu yok. İçinde aşk duygusu varsa bu duyguyu çok sayıda kişiye yöneltebilirsin bence.
İnsana hep son yaşadığı en biricik gibi geliyor. Daha önce yaşadıklarına ben bu saçmalığı neden yaşadım diye bakabilirsin çünkü. Aşkın seni saran nuru dağıldıktan, sarhoşluk sona erdikten sonra yaşanana başka bir gözle bakmaya başlıyorsun.
Aşkta beni en çok etkileyen bütün kimlikleri anlamsız kılması. Sınıfsal, cinsel, dinsel, yaşsal, etnik vb. kimliklerin önemsizleştiği yer aşk. Bu da onu devrimci yapıyor.
Yaz ayları ve aşk nedense hep birlikte anılıyor. Yaz aylarının, tatil sürprizlerinin aşka uygun bir yanı var çünkü. Literatüre geçen “yaz aşkları” ise bunun aldatıcı olduğunu, çok da kapılmamak gerektiğini işaret ediyor. Tatil sona erince gerçek hayatın acımasızlığı birden devralabiliyor çünkü.
Aşkın iki uç arasında giden yanları var. Hem özgürlük hem tutsaklık mesela…Hem iyileştirici hem de yaralayıcı… Hem yüce hem lanetli… Bu listeyi çoğaltabiliriz.
Yine de “Yaşasın Aşk!” diyorum ben. Sonradan düşülse bile kanatlanıp uçmayı yaşamalı insan.