Yazar Olmak İsteyen Bir Gencin Günlüğü

Yazar Olmak İsteyen Bir Gencin Günlüğü


Hakan Karahasan
hakan.karahasan@gmail.com

I

1. gün


Yazı yazmayı ne kadar da özlemişim! Sanki Sait Faik oldum da, yazmadan duramıyorum! Sait Faik’in “S” harfi bile olmadığımın, çok şükür, farkındayım. Ama ilginç olan, neredeyse hiçbirşey yayımlamamış birisi olmama ve doğru dürüst hiçbirşey yazmamama rağmen; sanki ‘yazı’ olmayınca hayat sürmüyormuş gibi hissetmem. Daha doğrusu, sanki ‘yazmayınca, hayat damarlarımdan birisi kopuyor!’ Duyan da bütün gün okuyup-yazdığımı sanır ya, hadi neyse...

Aslında, kalem-kâğıt elime geçip de “yazma çabası” içine “girince” daha da fark ettim, nedendir bilinmez ama, 21. yy’ın ilk 16 yılını geride bıraktığımız bugün bile, bilgisayarda yazmak gibi bir kolaylık – hem zaman açısından, hem de yazının okunaklı olması açısından – varken, bana “ilha veren” yegâne şey, boş bir kâğıt ve bir kalem hâlâ. Uzun zamandır boşlamıştım eski dostlarımı. Hani eski bir söz vardır ya: “Eski dosttan düşman olmaz!” Bilirim; ben ne yaparsam yapayım, onlar bana asla küsmez, darılmaz... Ve aradan yıllar geçse bile, onlara sığındığım ilk dakikadan itibaren, soğuk bir kış gecesi de olsa, bir çay, kahve, ya da ne bileyim, sıcak bir içecek eşliğinde beynimin içinde olan fakat benim dahi haberdar olmadığım, adına ne diyeceğimi benim dahi kestiremediğim –düşünçe? Duygu? Bilinçaltındaki güdüler? – o şeyler, anında “açığa çıkacaktır.” Bundan en ufak bir şüphem yok. İster olsun âşk, ister olmasın. Yüzüme gülümseyen bir ışık olsa da olmasa da... En karamsar anımda bile olsam yazı içime bır ışık gibi dolup, mutlu eder beni. Hani Orhan Pamuk’un Yeni Hayat romanında ‘kitaptan fışkıran ışık’ vardı, benim için de üç aşağı-beş yukarı yazı öyle birşey… Yazma konusunda bu kadar yeteneksiz birisinin ille de yazar olma isteği şaşırtıcı gelebilir. Ama bilirsiniz, herkesin bir tuhaf huyu vardır. Benimkisi yazıyı, yazı yazmayı sevmek. Tıpkı Aziz Nesin’in “Tülsü’yü Sevmek” adlı öyküsündeki gibi. Tülsü’yü sevmek belki de âşkların en güzeli, en katıksızı... Karşılıksız, hiçbirşey beklemeden sevmek...  Sadece sevmek var, bir beklenti olmadan. Yazı ile benim “ilişkim” de aynen buna benziyor: Ben onu seviyorum, hem de çok. Onsuz olamıyorum. Ancak, bu kesinlikle şu değil: Ben yazmayı çok seviyorum ve çok (ve iyi) yazıyorum. Yoo... Daha düzgün bir biçimde ifade etmek gerekirse: Ben yazı yazmayı seviyorum, herhangi bir karşılık beklemeden. Sığınacak başka bir liman olmadığı zamanlarda, biliyorum, sığınabileceğim, güvenli bir barınak yazı. Yıllarca birlikte onunla “birlikte” olmasam da, günün sonunda, ona döndüğümde bana surat asmayacak, bunu biliyorum. Aksine, yaşadığım tecrübeler beynimde yer ettikçe, ona sığındığım zaman, adına “üretkenlik” dediğimiz ve ne olduğunu hâlâ daha tam olarak kestiremediğimiz o şey olarak “samimiyetle kucaklıyor” beni yazı... Anlayacağınız; yazı yazmayı çok sevmeme rağmen, çok yazamıyorum! Belki cesaretim yok yazmaya, belki de söyleyebileceğim bir söz.. Ya da, şimdi adını hatırlayamadığım bir yazarım (kimbilir? Victor Hugo? Ezra Pound? Lawrence Durrell?) dediği gibi, “paylaşabilecek birşeyim yok benim.” Ne de olsa, Ali Kırca’nın dediği gibi, “hayatı paylaşmak için...” yazmıyor mu yazarların çoğu? Nasıl bu kadar ukala olabiliyorum ki? Yazarlar, lütfen kusuruma bakmayın; neticede ben bir yazar değilim. Yaptığım, yaptığım, yapmaya çalıştığım, sadece fikir yürütmek. Bana öyle geliyor ki, yazmakla yapılan, yapılmaya çalışılan (en azından –herhalde– ben bir yazar olabilseydim öyle yapardım büyük ihtimalle), “hayat paylaşmak” değilde nedir? Orhan Kemal’in ödediği dolmuş parasının üstünü şoförden isteyip istememek arasında gidip-gelen kahramanı hayatı bizle paylaşmıyor mu? Hayatın ta kendisi: Ne eksik, ne de fazla... Ya da Prakash Kona’nın “If there is a God above –Eğer Yukarıda Tanrı Varsa” şiirinde dediği gibi, nasıl açıklayabiliriz İsrail’in Filistin’de yaptığı vahşeti? ABD’nin tün dünyayı işgal girişimlerini. Roma İmparatorluğu’nun “yeniden diriltilmesi” çabalarını.... Pangea’ya yeniden dönüş çabasını... Tüm bu yazılıp çiziilenler, Komünist Manifesto, Sofi’nin Dünyası, Komplo Teorileri, Kantolar, Çorak Ülke, Ulyssess, Dar Zaman, Memleketimden İnsan Manzaraları, Garip, Sıfır Zaman, Rehber, Doğmamış Kristofer, Gülün Adı v.s. Listeyi uzatmak tabii ki mümkün. Hatta sadece bu liste için rahatlıkla dünyadaki en büyük kütüphaneyi dolduracak kadar cilt “kitaplar kitabı” yazılabilir.

Kıssadan hisse, olayın bir boyutu da bu galiba. Nasıl da kesin (!) bir biçimde ifade ediyorum herşeyi, farkındasınız değil mi? Nasıl olur da bu kadar rahat bir genelleme yapabilirim ki? Kuşkusuz, cehaletimden, cahilliğimden dolayı olsa gerek. Bilgi sahibi olmuş olsaydım, biraz bile, böyle kesin ifadeler kullanmazdım belki de. Ama cehalet dedikleri şeyden olsa gerek. Bakın, cehalet dediğim şeyin ne olduğunu bilmeden, yine kesin bir tanım yaptım! Bravo bana !!!

Sanırım lâfı çok uzattım. Demek istediğim aslında şu idi: Yazı yazmak, syrek de olsa, benim için bir yaşam biçimidir... Amma lâf ha? Ben neymişim demekten kendimi alamadım bu satırlardan sonra.. Komik de duyulsa gerçek bu.. Yazı yazmadan, herhalde, yaşayamazdım. Yazı yazmamdaki temel amaç aslında ‘birşeyleri paylaşmak’ isteği. Bu ‘birşey(ler)in ne olduğunu ben de bilmiyorum –bu konuda beynim, bilinçaltım bana gayet başarılı bir oyun oynuyor. Bildiğim şeyse şu: Yazdıklarımı  kimselerle paylaşmasam da, aslında içten içe ‘keşke başkaları okusa da, beğenseler’ demişimdir hep. Yani, yazmaktaki temel amacım belki de düşünce ve duygularımı paylaşma arzusu, her ne kadar duygu ve düşüncelerim dediğim şeyler tamamen benim değilseler de, çünkü hatırlayacaksanız Roland Barthes “yazarı öldürmştü”! Nedendir bilinmezi “kendi düşünce ve duygularımı” ancak yazıyla ifade edebileceğim gibi tuhaf bir düşüncem var, ta çocukluktan beri. Sözlü olarak ifade edemediğim birçok şeyi yazıyla ifade edebiliyorum gibi geliyor bana. Bu da yazın dediğimiz şeye olan sevgimi artırıyor. Ancak, kulağa tuhaf da gelse, şöyle söylememde bir sakınca yok. Yazı yazmayı seviyorum. Sevgi adına, ‘paylaşmak’ adına. Sevdiğimle, sevdiklerimle ya da hayatım boyunca hiçbir zaman tanı(ya)mayacağım insanlara iki satırla da olsa ulaşabilme şansına ancak yazıyla ulaşabilirmişim gibi geliyor. Derrida ne kadar da sözü yazıdan üstün kılmaya çalışsa da (şimdiye kadar ben öyle anladım), ben yazının üstünlüğüne inananlardanım. Hani “bizim buralarda” bir söz vardır derler ya, o dediklerinden: “Söz uçar yazı kalır.” Belki de tün gayretim bu: Kendimden sonrakilere, ya da yaşadığım dönemde “normal” biçimde ulaşamayacağım insanlara “ulaşabilme” ihitmali. Ölümsüzlük olmasa da, daha uzun yaşama isteği bir nevi. Kesinlikle fiziksel olarak değil uzun yaşama fikri; aksine düşünsel olarak. Aristoteles öleli bin yılı çoktan geçti ancak hâlâ onun Poetika’sından ya da Kategoriler’inden bahsedebiliyoruz. Ya da Gramsci toprağa karışalı çok olmuş olsa bile, bugün hâlâ onun bize “armağan ettiği” hegemonya kavramından faydalanmaktayız. Veya bir Dostoyevski, Çehov, Ezra Pound, Italo Calvino; ne kadar eleştirilse de Orham Pamuk, Necip Mahfuz, Ali Şariati, Rosa Luxemburg, Orhan Kemal, Orhan Veli, Memet Fuat, Nazım Hikmet... Tüm bu isimler yazdıklarıyla ömürlerini uzatmadılar mı? Jean-Paul Sartre fiziksel anlamda ölmüş olabilir ancak birçok insan onun yazdıklarıyla onu yaşatmıyor mu?

Benzer bir yaklaşım, diğer sanat dallarında da mümkün tabii: Bir Marlon Brando örneğin. Oynamış olduğu filmlerle “kâlplerimizde yaşayacak” Brando. Film konusunda yeteneksizliğimin ötesinde maddi olarak da ciddi sorunlar yaşayacağımı ta başından bildiğimden olsa gerek, o alana girme teşebbüsünde hiç bulunmadım. Tabii bu şu demek değil: Maddi sorunlar yüzünden sinema veya film alanıyla ilgilenmedim. Aksine, yeteneksizliğim bunda büyük rol oynadı. Halbuki yazı öyle mi? Bir kâğıt, bir kalem yeterli yazmak için. Ne çok paraya ihtiyacınız var, ne de yeteneğe – tabii yazı işini sadece kendi kendinize yapmak eğilimindeyseniz, aksi takdirde yetenek ve bilgi sahibi olmak elbet önemli yazın alanında da.

Örneğin, benim gibi yeteneksiz bir “yazar” aday adayıysanız, en kötü ihtimalle yazdıklarınız ölene dek sizinle (bir çekmecede ya da rafta) kalır, sonra siz ölünce size değer veren insanlar onu sanki çok da önemli birşeymiş gibi muhafaza ederler. Belki içlerinden birkaçı, yazdıklarınızı okuyup size hak verir veya söver. Yani kısacası pek bir şeyi değiştiremezsiniz: Olsa olsa, sizden sonra gelen (ya da sizinle beraber olan ama sizden daha uzun yaşayan) birisi/birilerine “ulaşırsınız.” Bu bile, ömrümüzü uzatmak değil de nedir?

Belki de tüm bu sebeplerden –tamamen bencillikten yani– ötürü yazı yazmayı seviyorum. Belki de ben yazı yazmaya değil, kendi kendimi kanıtlamaya âşığım, kimbilir? Belki başka yazarlar (gerçek yazarlar) da öyledir? Sebebi/sebepleri ne olursa olsun, bildiğim kesin olan birşey var: Yazı yazmayı yazar ol(a)masam da seviyorum ve bu yazma sevdası, umarım, ömrümün son gününe dek bana refakat eder. Sizin de böyle bir sevginiz, sevgiliniz yok mu? Eminim vardır...

 

Dergiler Haberleri