Geçen hafta sayfayı eskilerden bir yazıyla doldurmuştum. Yurtdışı gezisi, Eylül başı açılan okul ve ard arda başlayan pek çok etkinliğin mazaretiyle..
Bu haftaya bir şeylerin değişeceğini bekleme saflığına nereden kapıldım bilmiyorum ama işte burdayım. Mutfak masasına kurulmuş, bilgisayar başında yeni bir yazı çıkarmaya çalışıyorum bir yerler(im)den. İki kez doğum yapmış ancak adamakıllı doğum sancısı çekmeyi becerememiş birisi olarak bu çabamı ‘doğum sancısı’na benzetme gibi bir işgüzarlık yapıyorsam, affola.
Sevgili Fikret Demirağ’ın anıt mezar yarışması çalışmaları harıl harıl sürerken, mezarlıkta geçirdiğim bir akşam üzerini takiben bir ‘mezarlık’ yazısı yazma düşüncesi düşmüştü içime; ama araya giren pek çok canlı kanlı insan ve ortama kapılıp uzaklaşır gibi oldum o fikirden.
Sonra Eylül başı geç kalmış, hatta gerçekleşeceğine kimsenin inanmadığı bir düğüne göz şahitliği yapmak üzere Edirne’ye gittik. Horon teperek başgöz ettiğimiz ve ertesi gün balayına gitmek yerine bize Edirne’yi gezdiren; 1484 yılında yaptırılan bugünkü adıyla ‘Trakya Üniversitesi Sultan II Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi’ne götüren sevgili Şükrü ve Nurcan sayesinde 400 yıl boyunca aralıksız hizmet veren Külliye’nin Darüşşifa adı verilen hastane bölümünde, üstelik dünyanın bir çok yerinde akıl ve ruh hastalarının yakıldığı veya korkunç şartlarda tedavi edildikleri bir dönemde, hekimlik bilgilerinin yanı sıra tedavide müzik, su sesi, güzel kokular ve meşguliyetle şifa dağıltığını öğrenmem, bir ‘Edirne yazısı’na başlamama neden oldu. Ama döner dönmez karşılaştığı kalabalık karşısında dayanamadı, o da geçip gitti, uzaklaştı benden...
Eylül ayı yoğunluğu tüm hızıyla devam ediyor. Bu notları bir ‘kültür-sanat’ yazısına dönüştürmek için sadece bir-iki saatim var; rahmetli neneciğimin “çok gezenin ayağına bok bulaşır” nasihatına yine kulak tıkayarak bu gece yine evde değiliz... Khora Kitap Cafe’de gerçekleşecek, lise yıllarımın unutulmaz edebiyat öğretmeni sevgili Yıltan Taşçı’nın ‘100 Yüz’ adlı kitabının tanıtımını kaçırmak istemiyoruz.
Her gecemiz böyle şu sıralar. Okuldan apar topar çıkıp kısacık bir süre eve uğruyor sonra da ya bir oyun, ya bir söyleşi ya da bir başka etkinliğe koşuşturuyoruz. Düşlem ve Edim de bizimle, her ortama uyum sağlayarak evde başlattıkları oyunlarına gittiğimiz yerde, karşılaştıkları kişileri de ekleyerek devam ediyorlar.
Geçtiğimiz Cumartesi akşamı Işık Kitabevi Kitap Fuarı’na gidebildik nihayet. Hep görmeye ve duymaya alışkın olduğumuz (ama yine de doyamadığımız diye eklemeli) sevgili Neşe Yaşın ve Gür Genç’le birlikte Isırgan Dergisi’ndeki yazılarıyla tanıdığımız sevgili Bulut Ünvan’ı da yazıları dışında dinlemek, kağıt üzerindeki sözcüklerine bir ses vermek, onu daha yakından tanıma fırsatı bulmak büyük bir keyifti.
Tiyatro Festivali’nin açılışını yapan İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun sahnelediği ‘Ölüleri Gömün’ oyununa gittim, ancak, aynı ekibin bir başka oyunu olan ‘Profesyonel’i kaçırdım.
Pazartesi akşamı ise Kitap Fuarı’nda sevgili Murat Uyurkulak vardı. ‘TOL’ adlı romanını okumayı, önce Mahir Günşıray tarafından sahneye uyarlanmış versiyonunu izlemek istediğim için erteliyorum kaç zamandır... Ama söz verdi Murat, çıkar çıkmaz DVDsini ulaştıracak bize. Kırkmeraktayım. Bu arada ‘Bazuka’ adlı öykü kitabını bitirdim bir solukta, İstanbul’dan Edirne’ye gittiğimiz 2.5 saatlik otobüs yolculuğu daha sona ermeden...
Aynı akşama denk gelen böylesi kaçırılmaz etkinlikler nedeniyle Tiyatro Festivali’nin o geceki ‘Dullar’ oyununu da izleyememiş oldum böylece.
Oysa İstanbul’dan Kıbrıs’a döndüğümde en çok bu yönünü sevmiştim Kıbrıs’ta yaşamanın. İstanbul’da bulunduğum yedi yıl boyunca her daim gidilesi bir festival, konser, oyun, sergi, etkinlik eksik değildi. Eksik olan hep buna ayrılacak para, enerji, ya da daha da önemlisi zamandı. İstanbul gibi fahi-şehirlerin kültür-sanat etkinlikleriyle Kıbrıs’ınkini kıyaslamak çılgınlık gibi gelse de, yine de Kıbrıs’ta da nitelikli organizasyonlar gerçekleşmekte son yıllarda. Üstelik, bu etkinliklere ulaşmak ne maddi ne de manevi açıdan zor değil. (İstanbul’da festival öncesi kombine bilet aldığım halde pek çok kez okul ya da işten çıkıp, hele hele eve ulaşma yolunda yaşanan hengame ve stres sonrasında pek çok kez herhangi bir yere gidecek takadımın olmadığını çok iyi bilirim.)
O nedenle değil midir ki otura otura kıç büyüttüğümüz koskoca bir yaz sonrasında kaçırmak istemeyeceğimiz iki önemli organizasyonun (Tiyatro Festivali ve Kitap Fuarı) son yıllarda aynı tarihlere denk getirilmesine bu kadar içerliyorum!
Neyse ki sevgili Yıltan Taşçı daha incelikli düşünmüş, kitap tanıtımının tarihini oyun olmayan bir geceye almış. Gerçi bu sefer de Kitap Fuarı’ndaki Gazeteciler Birliği etkinliğiyle çakıştı.
Bir değişiklik yapıp Düşlem ve Edim’i nenelerine bırakacağız bu akşam. Altı günlük İstanbul-Edirne macerası boyunca (ki ailecenek çıktığımız ilk ‘tatil’ olarak kaydettik anılarımıza) kaybetmemeyi başardık onları, ama Khora’nın yol kenarındaki konumu nedeniyle güvenemiyoruz kalabalık gördü mü hava atmak isteyen Lefkoşa sürücülerine.
Her neyse, yazmayı düşündüğüm ama zamansızlıktan ve kapılıp gitmekten yazamadığım yazılardan sözederken, işte bir yazı çıktı ortaya.
Bu daldan dala ‘yazılmamış yazılar’ yazısını bitirirken aklımda Edirne’de gördüğüm akıl hastanesi, hepimizin akıl hastası sınırına yaklaştığımız, sınırda dolaştığımız (bazılarımızın o sınırı çoktan geçtiği) şu son dönemde, müzikle, dansla, şiirle, öyküyle, romanla, resimle, heykelle, tiyatroyla, sinemayla ve hepsinden önemlisi doğayla tedavi öneriyorum kendime ve size...