Her hafta aynı gün, aynı saate yazı yazıyorum. Bu bir yükümlülük veya yaptığınız işe karşı disiplinli bir “sorumluluk” diyelim, son iki-üç (belki de daha fazla) yıldır aynı rutinde devam ediyor. Eylem ve eylemin başlama saati aynılık taşımakla birlikte, yazıların içeriği değiştikçe, “yazı yazmak bir kitap” aforizmasının ağlarına takılıp kalıyorum. “Gerçek” yazı yazanlara karşı benim yazdıklarım, belki de, devede kulak, kalacak! Yine de nefes almak, daha doğrusu insanın nefes aldığının farkına varmasının bir başka yolu da: “yazmak, yazmak, yazmak…”. “Suya yazılan yazılar”, diyorum bu haftalık sessiz buluşmalara… Neden mi? Çünkü zamanın aynılığını kıracak küçük devre sıçramaları yaratıp, sonrasında haftaya başlarken yeniden, kendi yaşam yükümlülüğümün akıntısına kapılıyorum. Aslında biraz da hem yaşadığım ülkenin hem de doğduğum memleketin güncel siyasetinden kaçış anlamına geliyor; yazı yazma zamanında kurulan kısa kısa cümleler…
“Ülke ve memleket meseleleri” ile ilgilenmekten kaçmak için yazıya sığınmak, üzerine gül suyu gezdirilmiş soğuk bir muhallebi gibi… Acısını ve sevincini en çok kurulan sofralarda yenilen yemeklerde dindirmeye çalışan kolektif bir belleğe sahip olduğumu hatırlıyorum, son yazdığım cümleyle birlikte… Acısını unutmak için de yemek yiyor insanlar, sevincini kutlamak için de! Yazı da ister istemez, ülke meselelerine dalıp çıkan aklın içinden kaçmak için memleketin sulu muhallebisine sığınıyor.
Bazen haftanın yükü garip bir ağırlıkla çöküyor üzerime ve soru şu: Haftalık rutinin tuhaf sorumluluk ağında, mekanikleşen yaşam çarkları içinde öğütülmek mi doğru, yoksa her cumartesi günü değişmeyen bir işleyişle yazı odasına kapanmak mı? Bir fincan kahvenin dumanına takılıyor gözlerim. Haftalık dünya, Türkiye ve de Kıbrıs gündemi zaten yeterince konu dağarcığıyla çıkıyor karşıma… Düşünüyorum: aslında yazacak ne kadar çok konu var!
Gerçek olan şu ki: Bir karanlıktan diğerine bakmak, oradan siyasi kargaşanın içine sürüklenmek, sonrasında sanatın cilveli kollarında sergileri solumak, zaten hep yazılan, çizilen ve de imaj bombardımanlarının altında kulaklarımıza, gözlerimize tüm algılarımıza hitap eden bir gürültü içinde seyrüsefer yapıyoruz, dünyada. Bu kargaşa içinde bir süre sonra sudan çıkmış balığa dönüyorsunuz. Hangisine, kime inanacaksınız? Gırtlağınıza kadar gündem bataklığına battığınızda, nefes almak için yeni bir deniz arıyorsunuz. Bataklıktan çıkıp denize girmek işe yarayacak mı? Yeni sularınıza, ister istemez, üzerinize takılan bataklık tohumlarını da taşıyorsunuz. Orada yeşermesi an meselesi haline geliyor bu arta kalan tortuların. Bu nedenle klavyeye olanca hızınız, içinizde şişen gündem balonunun verdiği sancıyla yükleniyorsunuz. Şiştikçe şişen iç hazneniz, bir kusmanın verdiği itkiyle yükleniyor kelimelere…
***
Yazmak kadar okumak da bir ayin gibi… Arada sırada, Thomas Cathcart ve Daniel Klein’in felsefeyi mizah yoluyla anlamak bağlamında yazdıkları küçük kitapçıkların sayfalarına göz gezdiriyorum. Bazen derslerde alıntılardan düşülen notları okumak veya anlatmak en azından kısa soluklanma aralarının oluştuğu keyifli bir atmosfer yaratıyor. Platon’un günün birinde kolunda bir ornitorenkle bara girip girmediğini düşlerim. Sofistin Devlet adlı kitabının bölümleri arasında öğrencilik yıllarımda kaybolduğumu düşünerek gülümserim.
Dünden bugüne aklımı kurcalayan şu soru: İktidarlar/devletler ne için lazım olmuştur bize? Gerçek şu ki: toplum ve siyaset felsefesi, toplumdaki adalet meseleleriyle uğraşır. İsterseniz konuyla ilgili olarak yüzümüz morarana, beyin damarlarımızda küçük hasarlı çatlaklar oluşana ve kelimelerin limon gibi sıkıp suyunu çıkarana kadar tartışabiliriz. Hatta yazabiliriz.
Herkesin konuştuğu ve de yazdığı (özellikle sosyal medyada) halkın tek istediği, gerçekte, nedir? Doğal durumu göz önüne alarak, kitaplardan birinde Dimitri adındaki karakter soruyu aynen şöyle yanıtlar: İş yaşamın itiş kakışına geldiğinde, gerçekte tek istediğim başımı sokacak bir dam, bir koyun, bir de üç öğün yemektir benim… Böylesine masum istekleri olan kişileri, bir diğerlerinin itip kakmasını kim engelleyecektir?
- Devlet!
-Zeus aşkına! Yine felsefeye döndük.
Hobbes, Locke ve Rousseau gibi 17. ve 18. yüzyılın filozofları, doğal durumunun alt üst oluşları içinde yaşayan insanın hissettiği güvensizlik karşısında, devlet oluşturmasının altında yatan itkileri incelemişlerdir. Ancak onlar doğanın yarattığı tehlikelere cümle yazmıyorlardı. Ciddi anlamda, modernleşen insan yaşamındaki riskli tehlikelere karşı kafa yoruyorlardı. Yasasızlık, kuralsızlık, yaşam riskleriyle çevrili modern esaretin her alanından bahsediyorlardı. Kuşkusuz sıkıntılar insanları egemen devlet şeklinde örgütlenmeye yöneltmişti. Olaya diğer bir açıdan baktığımızda ise görünen tablo şuydu: Bireysel özgürlüklere sınırlar konulmaktaydı. Düşünün ki o yüzyıllardan sonra dünyaya gelen bizler, iki büyük dünya savaşının patlak verdiği ve soykırımların yok ettiği nesillerle birlikte büyüdük. Sadece bireysel özgürlüklere konulan sınırlar değildi 20. yüzyılın sorunları aynı zamanda dil, ırk, köken meselelerinde, büyük bir köye evirilen dünya ölçeğinde yaşam hakkı, yaşama hakkı ve gelecek hakkı asimile edilen, yok edilen insan ırklarının elinden alınmaktaydı. 21. yüzyılla birlikte değişen ne oldu? Birilerinin çıkıp da dünyanın gidişatını değiştirecek gücü var mı? Kim bu kahraman!
-Prometheus!
-Yine Zeus aşkına! Şimdi de mitoslara döndük.
Burada bir es verirken Prometheus ile aklıma takıldı yine memleket halleri!
Kendi ülkemizde acılarımız ikiye bölündü, sınırdaki barikatla birlikte… Bireysel özgürlüklerimizin yanı sıra bağımsız devlet olamama adına çok bedeller ödedik. Ödemeye de devam ediyoruz! Söz neden buraya kadar taşındı? Son bir haftadır, “memleket gündemine takılı kalan aklımı sen koru yarabbi!”yakarışlarındayım!
Bir hükümetin ayakta kalabilmesi için neye ihtiyacı vardır? Her şeyden önce erdem! Kendi içindeki “güvenoyuna” karşılık, esasında, ulus karşısında verdiği sınavında sınıfta kalmamalıdır. Amaç günü kurtarmak veya “o an’a dair” yapılması gereken üzerinden hareket etmek olmamalıdır.
Sonuçta, keşke gerçekliklerin üzerindeki çamurlar, yağmurlarla yıkanıp arınabilse!
***
Mutlu, güzel ve de güneşli bir Pazar, sizlerle olsun…
***
(Arşivimden, güncellenerek…)