Geçen hafta bir okurum arıyor beni...
“Uzun zamandır aramayı düşünürdüm” diyor...
1974 sonrası ailesi Masari (Şahinler) köyüne yerleştirildiği zaman henüz yedi yaşında bir çocukmuş...
Dedesiyle birlikte dolaşırken, savaşta öldürülmüş bazı Kıbrıslırumlar’ın cesetlerini görmüşler.
Dedesi gömmüş onları...
Bu olay, o zamanlar yedi yaşında bir çocuk olan okurumu çok etkilemiş...
“Orayı size gösterebilirim” diyor.
Hemen Kayıplar Komitesi’nin Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırum yetkilileri Murat Soysal, Okan Oktay ve Ksenofon Kallis’i arıyorum ve Salı günü yani 29 Ocak 2013 tarihinde okurumla birlikte bölgeye gitmeyi kararlaştırıyoruz.
Okurum, aracı süren Kayıplar Komitesi Kıbrıslıtürk Üye Yardımcısı Murat Soysal’ı yönlendiriyor – bir noktada, Serhatköy (Filya) yakınlarında Lefkoşa-Omorfo yolundan ayrılarak toprak bir yola giriyoruz. Burada bir mandra ve arı kovanları var... Toprak yolu takip ederek ilerliyoruz, sonra okurumun işaret ettiği noktada duruyoruz. Bu noktaya Kayıplar Komitesi araştırma görevlileri Erdoğan Bey ile Hikmet Bey de geliyor...
Bulunduğumuz yer, Masari’nin (Şahinler) dışında bir nokta – okurum dikkatle çevreyi inceliyor...
“Aslında hatırlamak istemezdim bunları, yedi yaşında bir çocuktum o zamanlar... İnsan ister istemez etkilenir” diyor.
Yedi yaşında çocuklar savaşın korkunç yüzüyle hiç karşılaşmamalı ama biz Kıbrıs’ta kaç kuşaktır savaşın çeşitli halleriyle yaşıyoruz: 1963’te ben beş yaşındaydım ve savaş beni dehşete düşürmüştü – göçmen olarak gittiğimiz teyzemlerin evinde kurşun ve bomba seslerinden uyuyamıyordum, evimi, oyuncaklarımı özlüyordum... Evimize döndüğümüzde sokağımız artık bölünmüştü – kum torbaları yığılarak “barikat” inşa edilmişti... Savaşın dehşeti sokağa da sinmişti – artık sokakta kaygısız biçimde saklambaç, tutmaca, birayak oynadığımız günler geride kalacak, oyunlarımızı gene oynayacak ama sırtımızda hep bir ürperti gezinecekti çünkü sokağın sonunda “Rumlar” vardı ve evimizin üst kattaki duvarlarında kurşun delikleri vardı... Ya gene çatışma çıkarsa? Ya biri ateş ederse?... Abim henüz bir lise talebesiydi ama sokağın sonunda mevziye dönüştürülmüş o barikata nöbete gidiyordu, “Piyanocu Salih abi”nin evinde toplanıyordu mücahitler, birkaç kapı ötemizde... Diğer yanımızda, Seyfi Beyler’in evi ise mücahitlerin geçici karargahına dönüştürülmüştü... Arka sokakta oturan Gökçen Abla’ya gidebilmek için barikatın yanındaki küçük patikadan geçiyorduk annemle ve onların Kıbrıslırum mevzilerini tas gibi gören köşe başındaki yeşil panjurlu evlerine ulaşıyorduk... Gökçen Abla, bataryacı Mehmet Salih abiyle evliydi ve yıllar sonra çok güzel bir bebekleri dünyaya geliyor, bu tombiş, kırmızı yanaklı bebeği hayranlıkla izlemeye gidiyorduk. Ama o eve gidinceye kadar ara bölgenin o tuhaf boşluğu, tam karşıda yıkıntılar içindeki evler etkilerdi beni ve savaşın bu çirkin yüzleri, ruhumda bir ürperti olup çıkardı... 1974’te 15 yaşındayken bu mahalle gene savaşı yaşayacaktı – bu kez mermiler bahçemize düşse de evimizden kaçmayacak, bir daha “göçmenlik” deneyimi yaşamak istemeyecektik... Sonuçta hayat bir tesadüften ibaretti: 50 metre daha ve evimiz “Yeşil Hat” üzerinde kalabilir, biz de hayatımızın geriye kalanını “göçmen” olarak geçirebilirdik. Ama 1963’te kurulan barikat, orada kalmış, 1974’te sokağımızın şekli değişmemişti. Rahmetli eniştem, ablamın eşi Kutlu Adalı, 1974’te Çağlayan bölgesinde ön mevzilere sürülmüştü – “cezalı”ydı çünkü efendilere karşı yazılar yazmakta, sürekli onları rahatsız etmekteydi... Bu nedenle onu Kıbrıslırumlar’dan gelen kurşunlara en yakın noktaya koymuşlardı – yolu geçip bize uğradığını hatırlıyorum, bu ön mevzilere bilinçli olarak sürüldüğünü anlatıyordu...
Ama ben savaşta öldürülenleri, yaralananları görmemiştim oysa 1974’te henüz yedi yaşında bir çocuk olan okurum, cesetlerle karşılaşmıştı ve bu onu çok etkilemişti...
Okurum toprak yolda ilerliyor ve bir noktada duruyor: Buraya üç “kayıp” Kıbrıslırum’un gömülmüş olduğunu anlatıyor, aslında bu noktada dört “kayıp” varmış fakat birisini köpekler parçalamaya başladığı için dedesi onu toprak yolun kenarına açılmış trençin içine gömmüş, diğer üç kişiyi de durduğumuz noktaya...
Yolun tam üstünde Kıbrıslırumlar’a ait bir mevzi olduğunu anlatıyor, mevzi hala orada duruyor... Okurumun “nişanı” bu mevziymiş... Toprak yol, ileriye doğru uzanıyor, az ötede tuhaf bir çukurlaşma ve tümsekleşme yaparak devam ediyor.
Okuruma, “Bu noktadan emin misin?” diyorum, “Bak, ilerideki o tepelenen nokta olmasın? Çünkü burası yolun tam içi...”
“Yok, burasıydı” diyor...
Bütün yol boyunca derin çukurlar kazılmışmış çünkü bu trençlerden su boruları geçirilecekmiş fakat savaş su borularının döşenmesini sonsuza kadar ertelemiş...
“Bu ohto boyunca kazmalısınız” diyor okurum... “Buradaki çukurlara başkalarını da gömmüş olabilirler...”
Ohtoların altı inanılmaz güzellikte, rengarenk lalelerle kaplı... Ateşi pembe, koyu mor, altın sarısı laleler açmış her yanda...
Ohtonun üstüne tırmanıp 1974’ten kalma mevziyi inceliyoruz... Okurum az ileride, bize sesleniyor: Geri dönüyoruz...
“Buraya da beş yaşlarında bir çocuğu gömdüydü dedem” diye anlatıyor...
“Bir kız çocuğuydu ama vücudunun yarısı yoktu... Sarı saçları vardı... Vücudunun sadece üst yarısı vardı burada... Üstüne bir bomba düştüydü herhalde ve parçalandıydı... Hatta yakınlarında yanmış bir bebek bulunduğunu da hatırlarım ve kırık tabak parçaları...”
Bu bölgede “kayıp” edilen yedi yaşında bir oğlan çocuğu, çocuğun annesi ve babası ve bir de Masarili var – onlar olabilir mi acaba?
Bu aile Vasilyalı bir Kıbrıslırum aileydi, Masari’de (Şahinler) bir Kıbrıslıtürk tarafından alındıktan sonra “kayıp” edilmişlerdi. Okurumun gördüğü çocuk, o çocuk olabilir mi? Bir bombanın parçaladığı beş yaşlarındaki çocuğun saçları uzun idiyse – o zamanlar “Beatles” modası vardı – onu bir kız çocuğuyla karıştırmış olabilir mi acaba? Yoksa buradaki çocuk, başka bir “kayıp” çocuk mudur?
Dedesinin bu çocuğu gömdüğünü sandığı noktayı gösteriyor, orada da çiçekler açmış, laleler fışkırmış topraktan...
Bütün bu gördükleri onu günlerce çok etkilemiş, “Geceleri rüyalarıma girerdi” diyor... Şimdi tekrar buraya geldik ve o kötü hatıralar tekrar canlanıyor, “Bunları hatırlamak istemezdim ama insanlık için bunu yapmalıyım” diyor.
Savaşın görgü tanığı yedi yaşındaki çocuk, burasını hiç unutmamış... Yıllar sonra bize bu olası gömü yerlerini gösteriyor, “Bir çappa olsaydı, şimdiye bulurduk” diyor hayıflanarak.
“Merak etme, Kayıplar Komitesi burayı kendi yöntemleriyle kazacak” diyoruz.
Okurum çevreyle ilgili hatırladıklarını anlatıyor:
“Burada yol boyu direkler vardı, tel çekilmişti” diyor ve gerçekten de az sonra sonra direkleri buluyorlar...
Okurum toprak yolda ilerliyor ve yolun tümseklendiği noktada bazı kemikler bulmaya başlıyor. Bunları antropolog Okan Oktay’a gösteriyor, kemiklerden bir tanesi hayvan kemiği... Ama az sonra okurum bir kemik daha buluyor: Bu bir insan kemiği, Okan Oktay bunun bir insan parmak kemiği olduğunu söylüyor... Bir kemik parçası daha buluyor, bu kırık parçacık da insan kemiği... Demek ki bu nokta da araştırılmalı, belki de okurumun sözünü ettiği üç kişi, yolun aşağısına değil, buraya gömülmüş. Ya da belki de bu noktada başka bir gömü olabilir.
Kallis okurumuza teşekkür ediyor, “Yaptığınız şey, insanlığa hizmet etmektir” diyor... Okurum da “Bari bu aileler biraz huzura kavuşsun” diyor... Ona yürekten teşekkür ediyoruz hepimiz ve Masari’den (Şahinler) ayrılıyoruz...
Trikomo’ya (Yeni İskele) bir Kıbrıslırum okurumun göstermiş olduğu alanda yürütülmekte olan kazıya gidiyoruz... Bu kazıda, okurumun söylediği gibi dört “kayıp” şahıstan geride kalanlara ulaşılmış... Deneyimli arkeoloğumuz Arzu Deniz, bu kazıda ekip lideri... Kazıda Maria, Ceren, Rozanna, Maria adlı arkeologlarımız ve şirocu Mehmet bey görev yapıyor.
Bu boş alanda, yıkılıp yok edilmiş evin tam arkasına iki ayrı mezara, çok yüzeysel biçimde gömülmüş dört “kayıp” Kıbrıslırum’dan geride kalanlar çıkarılıyor, alan olduğu gibi bantlanmış ki içeriye herhangi birisi girmesin... Kazı alanının karşısında evi bulunan bir Kıbrıslıtürk, Kallis’e sesleniyor, “Yassu maestro!” diye... Sonra da bize “Kahve istersanız hemen yapayım” diyor ve hepimize teker teker nasıl kahve içtiğimizi soruyor. Kahveleri pişirince, bizi evine davet ediyor... Avlusu çok bakımlı, bahçede oturuyoruz, her çeşit kaktüs var ve avludaki havuzda da bir kadın heykeli bulunuyor... Gözleri ışıl ışıl bu adamla geçmişte telefonda konuşmuş olduğumuz anlaşılıyor: Meğer o da bir “kayıp” yakını... Civisilli Şevket Dayı’nın oğluymuş, adı Altay Aykan... Şevket Dayı’nın öyküsüne bu sayfalarda birkaç kez yer vermiştik: Civisilli Şevket Salih Sakallı ile Yusuf Emir Hasan 5 Şubat 1964’te “kayıp” edilmişti. Yusuf Dayı, Şevket Salih Sakallı’nın eşi Pembe Hanım’ın büyük dayısıydı ve işitme ve konuşma engelli idi... Yani Kıbrıslılar’ın deyimiyle Yusuf Dayı, “sağır ve dilsiz” idi... Koyunlarını otlatırlarken, o günlerde patlak veren Aysozomeno (Arpalık) çarpışmalarında öldürülen bir Kıbrıslırum polisin cenaze töreninden dönmekte olan bir grupta bulunan bazı Kıbrıslırumlar tarafından Mazoto yöresinde yol kenarında öldürülüp “kayıp” edilmişlerdi. “Kayıp” edildiği zaman Şevket Salih Sakallı henüz 44 yaşındaydı, Pembe hanımla evliydi ve altı çocukları vardı. Çocuklarından en büyüğü 18, en küçüğü ise üç yaşındaydı. Yusuf Emir Hasan ise tam 74 yaşında, yaşlı bir adamdı...
Altay Bey, “Babam bir Kıbrıslırum’a koyun sattıydı, onun için yolun kenarında beklerdi, bu Kıbrıslırum kendisine parayı getirecekti” diyor.
Aysozomeno’da (Arpalık) bazı genç TMT’cilerin kurduğu pusuda öldürülen Kıbrıslırum polislerden birinin cenazesinden dönen grup, Şevket Dayı’yı yol kenarında öldürmüş. Yusuf Dayı, daha içerideymiş ama onu da vurmuşlar ve sonra da ikisini birden “kayıp” etmişler...
İngiliz askerleriyle birlikte bölgeye giden köylüler, yol kenarında kan ve diş bulmuşlar... Bu iki “kayıp” Kıbrıslıtürk’ün deniz sahilinde bir yere gömüldüğü söylentisi bulunuyor... Altay Bey’le Kallis bunları konuşuyorlar, Altay Bey’in gelini de gelerek bize katılıyor...
Kıbrıs ne kadar küçük bir yer: Masari’den çıkıp Trikomo’ya geldik, Trikomo’da yürütülen kazıya bakmaya ve işte şimdi kazının yapıldığı yerin tam karşısındaki evde, bir başka “kayıp” yakınıyla, Altay Bey’le oturup kahve içiyoruz ve “kayıp” babasından söz ediyoruz... Babası “kayıp” edildiğinde henüz 15 yaşındaymış, “Hayvanlarımız vardı, tarlalarımız vardı, onlarla idare ettik” diyor. En büyük çocuk olan İlkay o zaman 18 yaşında bir genç idi – 2011 yılında vefat etti... Üç kız, üç oğlan kardeşten şimdi yalnızca üçü hayatta... Ayşe ve Zehra da vefat etmiş... Pembe Hanım da on sene kadar önce hayatını yitirmiş... Aradan elli yıl geçti ve bu aile hala “kayıp” babalarından geride kalanların bulunmasını bekliyor... Şevket Dayı’nın altı evladından yalnızca üçü hayatta: Yusuf Bey, Altay Bey ve Emete Hanım... Yusuf Bey, Akdoğan’da (Lisi), Emete Hanım da Tuzla’da (Engomi) yaşıyormuş...
Altay Bey, “Babam çok iyi bir insandı, neşe dolu bir insandı... Uzun boylu, beyaz bir kişiydi... En fazla çalışmayı severdi... Babam kayıp edildikten sonra hep beklerdik dönmesini çünkü nereye gittiğini bilmezdik yani... Annem daha ciddi bir insandı, babam “kayıp” olunca annem değişti... Kocası için ağlardı... Annem hayatında çarşıya gitmiş değildi, ekmeğin fiyatını bilmezdi. Babam kayıp olunca başladı kendi alışveriş etsin... Bir süre sonra Civisil’den İskele’ye (Larnaka) gidip yerleştiydi. Ben Civisil’den 1971’de ayrıldıydım...” diye anlatıyor...
Altay Bey de bir savaş çocuğu... 1964’te babası “kayıp” edilmiş ve o hala babasından geride kalanların bulunup aileye iade edilmesini bekliyor, tam 49 yıldır...
Altay Bey’e kahve ve konukseverliği için teşekkür ediyoruz, Kallis onunla yeniden buluşmak üzere anlaşıyor ve kazı ekibiyle de vedalaşarak Lefkoşa’ya geri dönüyoruz...
Akşam, Masari’den topladığım laleleri annemden kalma küçük bir vazoya koyuyorum: En son ne zaman lale topladığımı hatırlamıyorum, yıllar önce olmalıydı... Bu laleler bana bu topraklarda yaşanmış onca acımasızlığa, onca ölüme karşın, hayatın gene de güzel olduğunu ve devam ettiğini hatırlatacak... Bu laleler bana savaşın yüzüyle karşılaşıp kalbi kırılan çocukları hatırlatacak – tarlalarda kaygısızca, hoplaya zıplaya lale toplamalı çocuklar, cesetlerle karşılaşmadan, babaları “kayıp” edilmeden, anneleri öldürülmeden hayata gülümseyebilmeliler... Bu inanılmaz coğrafyada çocuklar savaş denen zehire asla maruz kalmamalı, geleceğe umutla bakabilmeli ve tıpkı rengarenk laleler gibi bu topraklara tutunup gelecek kaygısı olmadan büyüyebilmeliler...