Yeni Bir Dil-Yeni Bir Dünya..

Yeni Bir Dil-Yeni Bir Dünya..

 

Hakkı Yücel
yucelh@kibrisonline.com



‘Edebiyat’ belki çok şeydir ama en çok da bir ‘özgürlük’ alanıdır; sadece yazar açısından değil, okur için de bir özgürlük alanıdır. Bu özgürlüğü yaratan ise en başta dildir. Öyledir, çünkü edebiyatta ‘dil’ gerçekliği doğrudan yansıtma aracı olmakla sınırlı bir işleve sahip değil, aynı zamanda o gerçeklikle dolayımlı bir ilişki kurmak suretiyle onu çoğaltmanın da aracıdır. Burada dil, değişmez bir kurallar bütünü değildir. Bundan çok daha öte, farklı duygulara, yeni durumlara denk düşen, onları kuşatabilecek farklı ifade biçimlerinin sergilendiği ve bu nedenle de çeşitliliğin boy verdiği bir doğurganlığı içermektedir. Son kertede bir biçem ve biçim zenginliği, anlam yoğunluğu ve çokluğu olarak açığa çıkan bu durum, dilin kendinde içkin potansiyel gücünden kaynaklanmaktadır. Buradan bakınca edebiyat vericisinden alıcısına (yazardan okura) uzanan ve her ikisini de kuşatan ‘sonsuz yaratıcı’ bir özgürlük alanıdır.

Edebiyatın ‘temel meselesi’ olan dilin kendinde içkin çeşitlilik arz eden bu doğurgan potansiyel gücü, edebiyatın salt belirlenmiş bir “faydaya” angaje, indirgemeci bir etkinlikle sınırlı olmadığı, tam aksine özgürleştirici “muazzam bir pratikler, beklentiler, duygular, umutlar, hayaller ve yorumlar alanı [....]akla hayale sığmayacak kadar bereketli, girift, bulanık, sancılı, ve çapraşık bir alan” olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır. Belirsizliğin doğurgan bereketi de demek mümkündür buna. Eğer öyleyse buradan çıkarılacak sonuç, edebiyatın -ve de edebiyatın dilinin- tekil anlamlar üreten, buna denk düşen ‘bilgi’lerle sınırlı olmadığı, bunu aşan, yani bilgiden daha fazlasını kapsayan, anlamaya yönelik ve duygu yoğunluğu/çeşitliliği içeren bir etkinlik olduğudur. Bir başka ifadeyle ‘anlamayı’ -ve de duyumsamayı- önceleyen, bu bağlamda verili olanla sınırlı kalmayan, farklı seçenekler ve ihtimaller üreten, dilin buradan işlevsellik kazandığı, bir etkinlik olduğudur. Salt ‘gösterdiğiyle’ (‘gösterenle’) sınırlı olmayan, aynı zamanda ‘gösterdiğini’ (‘göstereni’) dolayımlayan, tam da bu nedenle ‘çok katmanlılığı’ (‘çok çağrışımlılığı’) ima eden, daha açık bir ifadeyle ‘imgelerle örülen’ böylesi bir dilin ise, dünyayı ve hayatı anlamaya ve anlamlandırmaya yönelik algı ve ufuk genişliği yaratacağı, bir yoğunluk ve zenginlik içereceği aşikârdır. Hal böyle olunca da, her ‘yeni dilin’ aynı zamanda ‘yeni bir dünya’ demek olduğu; ya da Bachmann’dan hareketle  söyleyecek olursak “yeni bir dil olmadan yeni bir dünya”nın olmayacağı tespiti, göz ardı edilemeyecek bir gerçekliği ifade ediyor olsa gerektir.   

Buradan, edebiyatla aralarında çok yakın bir ilişki -hatta kimi zaman iç içe geçen bir ilişki-  olan farklı bir alana geçerek şu soru sorulabilir: Acaba ‘teorik metinler’ ya da ‘felsefe’ alanında; ‘teori-felsefe-dil’ ilişkisinde, bu durum nasıldır? Bu noktada her halde şunu söylemek mümkün: Edebiyat, kendini ağırlıklı olarak ‘imgeler’le ifade eden, onun ‘çok katmanlı’ (‘çok çağrışımlı’) karakterinden hareketle,  ‘anlam üretme’den çok ‘anlama(yı)/duyumsama(yı)’ önceleyen bir etkinlik iken; teori-felsefe alanında bu ifade biçim ‘imgeler’le  değil ‘kavramlar’la gerçekleşmektedir. Kavramlar ise öncelikle ‘anlam’ ürettikleri, tanımladıkları ve tarif ettikleri içindir ki, (belki edebiyatın aksine) ‘muğlaklığı-belirsizliği’ değil ‘kesinliği’ esas alırlar. Ancak burada da altı çizilmesi gereken husus, kavramların zamanla ilişkili olduklarıdır. Bir başka ifadeyle ‘zamanı aşan’ (‘aşkın’) değil, tam aksine ‘zamana dahil’ (‘içkin’) olduklarıdır. Bu da onların değişmez-mutlak kategoriler olmadıkları, “sistematik  temsil ve değişmez tarifler için değil, olumsal koşullarda yeni olasılıklar ve bağlantılar düşünebilmek için kullanılan araçlar” oldukları gerçeğini ortaya koymaktadır. Eğer böyleyse bu da, kavramların tarihi dönemler itibarıyle kapsayıcı temsil güçleri oldukları kadar, tarihsel süreçlerin etkilerine (yıpranmalarına) açık, haliyle hem eleştirilebilir, hem de değişebilir/dönüşebilir olduklarını ima etmektedir.  Kavramların eleştirilebilir, değişebilir/dönüşebilir olmaları ise onların ,“yeni bir ortama itildiğinde yittiğini, bileşenlerini yitirdiğini ya da onu dönüştüren yeni bileşenler kazandığını(n)” göstergesidir.  Wittgenstein “dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır”  derken, işaret ettiği de bir bakıma bu olsa gerektir. Filozofun bu aforizması ‘dilin sınırları’ ile ‘dünyanın sınırları’nı örtüştürürken, hem kavramların (fikirlerin) tarihsel süreçler ve koşullar karşısında değişime/dönüşüme maruz kalacakları dinamik bir ilişki içinde olduklarını ve hem de bununla doğru orantılı olarak dilin kendinde içkin kendini yeniden üretecek ve haliyle yeni bir dünya oluşturacak, o dünyanın sınırlarını genişletecek potansiyel gücünün varlığını ima etmektedir. Öyle olduğu içindir ki değişen koşullar, ihtiyaçlar ve talepler karşısında yetersiz kalan kavramların kendilerini yenilemeleri -yeni bir dilin oluşumu- bir zorunluluk halini almakta, bu ise dünyaya ve hayata yönelik anlam üretmede, onu anlamlandırmada fikir ve düşünce zenginliği olarak karşılık bulmaktadır. Edebiyatta ‘imgeler’ üzerinden gelişen ‘anlama’ çabası, felsefede-teoride kavramlar üzerinden ‘anlam üretme’ ve ‘anlamlandırma’ çabası olarak gelişirken; ‘imgelerin’ eksik kaldığı yerde ‘kavramların’, ‘kavramlar’ın eksik kaldığı yerde ‘imgeler’in devreye girecek olmaları, bir bakıma edebiyat ile felsefe arasındaki kaçınılmaz ilişkiyi de işaret etmektedir. (A.Camus “filozof olmak istersen romanlar yaz” derken buna mı vurgu yapıyor yoksa?) 

Sonuç olarak dil, dışımızdaki dünya ve gerçeklikle kurduğumuz ilişkide, onu anlama ve anlamlandırma çabamızda temel dayanağımız. Edebiyat ve felsefe ise o dilin en çok beslendiği ve beslendiği oranda da ona kültürel genişlik ve derinlik kazandıran iki verimli alan. Ancak bu kadar değildir; insanın dış dünya ve gerçeklikle kurduğu ilişki sadece onu ‘anlama-anlamlandırma-yorumlama’ ile sınırlı değildir. İnsan dünya ve gerçeklik karşısında ona yönelik olarak aynı zamanda eyleyendir, eylem yapandır. Böyle olduğu için de, bu yazı kapsamında edebiyat ve felesefeden başlayarak oluşturduğumuz halkayı tamamlamak adına, buradan bir başka alana daha geçmek gerekmektedir. Bu da siyasi alandır (toplumsal-siyasal alandır, politikadır). Şundan ki, dünyayı-hayatı ‘anlamaya’ çalışmak (edebiyat), o dünyayı-hayatı anlamaya çalışırken ‘anlamlar’ üretmek ve ‘anlamlandırmalar’da bulunmak (felsefe), sadece edilgen ‘duygu-düşünce-bilgi’ birikimi olarak kalmayacak ve doğrudan dünyanın-hayatın içinde etkin somut karşılıklar bulacaksa eğer, bütün bunların ‘eylem’ olarak yaşanacağı yer de toplumsal-siyasal alan olacaktır. Nitekim öyle de olmaktadır. Dilin (sözün) eylemle buluşması olarak nitelendirilebilecek olan ve bir bakıma insanlığın toplumsal-siyasal macerasını resmeden bu süreç son kertede “dilin sınırları” ile “dünyanın sınırları” arasındaki doğrudan ilişkiyi de açığa çıkarmaktadır.

Bu noktada daha açık konuşmak gerekirse, toplumsal-siyasal alanda ‘dil(söz)-eylem’ buluşmasını, dilimizin niteliksel kapsamını ifade ediyor olması bakımından ‘ideoloji’ ve buna denk düşen ‘pratik’, yani ‘ideoloji(teori)-pratik(praksis) buluşması olarak somutlaştırmak mümkün. Burada kritik soru ise şu: Dilimizin (ideolojimizin) kapsamının, yaşadığımız dünya ve gerçeklik karşısında bizi etkin kılacak, özgürleştirecek bir mahiyet mi, yoksa onun karşısında edilgen kalacak, bizi tutsaklaştıracak/tutuculaştıracak bir mahiyet mi taşıdığıdır ? Bir başka ifadeyle dilimizin (ideolojimizin) içinde yaşadığımız koşulların sunduğu imkânlar karşısında kendini yeniden üreterek özgür ve yaratıcı bir dinamizm mi sergileyeceği, yoksa o koşullar karşısında kendini tekrar etmekle mi sınırlı kalacağıdır?

Hatırlayalım, ideolojiler, belirli ilkeler ve değerler kapsamında verili durumun ne olduğunu anlamaya, olanı daha yaşanılır ve anlamlı kılmaya ve nihayet daha mükemmele yönelik tasavvurlarımızı-tahayyüllerimizi içkin düşünce yapılarımızdır. Bu bağlamda hem ‘siyasi’ bir tercihi, hem de ‘ahlâki’ bir duruşu ve sorumluluğu ifade etmektedir. Böyle olduğu içindir ki ideolojiler vazgeçilmezdir. Ancak bu vazgeçilmezlik hali onun dünya ve gerçeklik’in karmaşık ilişkiler ağı karşısında sergileyeceği dinamizmin ve üretkenliğin mahiyetiyle doğru orantılıdır. Yani ideolojinin vazgeçilmezliği, onun mutlaklaştırılmış ve sabitlenmiş kalıplardan ibaret aşkınlaştırılmış olmasından değil, tam aksine yaşanan sürece yönelik, ona içkin, bu bağlamda kendini yeniden üreten, fikri kapsamı geniş, dinamik ve doğurgan olmasından kaynaklanmaktadır. Bu ise karşılığını  estetik ve fikri kapsamı yoğun bir dilde bulmaktadır. 

Alain Badiou bugünün dünyasını resmederken yerleşik anlayışın (bugünün hâkim ideolojisinin) dayattığı şeyin şu olduğunu söylüyor: “Fikirsiz yaşa!” Benzer şekilde Zizek “kafeinsiz gerçeklik” tanımlamasını yaparken, her şeyin ‘light’ının yapıldığı günümüz dünyasında, ‘gerçeklik’in de bundan nasibini aldığını, bunun ise son kertede bir ‘fikirsizlik’ hali olduğunu ima eder. Buradan bakıldığında yirminci yüzyıl sonu itibarıyla evrensel ölçekte yaşanan sarsıcı gelişmelerin şimdilerde“fikirsiz bir dünya ile dünyasız bir fikir” dikotomisi yarattığı söylenebilir.

Bir yanda dünyanın ve hayatın karmaşasını es geçen ‘sığlık’, diğer yanda ise dünyanın ve hayatın karmaşasından uzak tutucu bir ‘içe kapanma’ hali. Her iki durumda da bir çıkmazı işaret eden bu dikotomiyi aşmanın yolu, fikirsel-düşünsel-kültürel kapsamı yoğun, özgürleştirici  ‘yeni bir dil’ oluşturmaktan geçecektir. Bu ‘yeni dil’in kapsamı ve sınırları ise özlenen ‘yeni bir dünya’nın kapsamını ve sınırlarını belirleyecektir.

Dergiler Haberleri