Küreselleşme sözcük olarak bakıldığında güzel bir durumu anlatıyor aslında. Ama kullanıma ilk girdiği yıllarda neo-liberalizmin hain emellerine ulaşma taktiğine aitti bu kavram. Salgın dönemindeki kadar bir küreye ait olduğumuzu, aynı gezegeni paylaştığımızı, kelebek etkisi denen dünyanın bir yerinde kanat çırpan bir kelebeğin başka bir yere de hissedilmesi meselesini yaşamadık herhalde. En azından bir duyguda eşitlendik dünyaca; korku ve kaygı. Birbirimizden haberli olmamız gerekti sürekli. Bir başkasının felaketi bize de dokunabilirdi çünkü. Geçmiş zaman kipi kullanmamın nedeni bir an önce bu durumun geçmişe ait olmasını dilememden. Aşılama yüzdesini yükseltip maskeleri çıkarmaya başlayan ülkeleri işitmek heyecan verici. Amerika’da yaşayan oğlum “maskeleri çıkarıyoruz” dedi dün. Salgını korkutucu boyutlarda deneyimleyen New York’ta bile artık yalnızca metro ve hastanelerde takılacakmış maske.
Siz ne düşünürsünüz bilmem ama benimle aynı sokakta, aynı mahallede, aynı şehirde yaşayan diğer insanlarla daha önce hissetmediğim bir bağ içinde buldum ben kendimi. Salgın öncesi hayatımda aynı şehirde bir aydan fazla durmuşluğum yokmuş; bunu fark ettim. Bunun bazı iyi yanları da olmuştur kuşkusuz.
Gemisini kurtaran kaptan, kendi bacağından asılan koyun meseleleri çok geçerli olmadı bu dönemde. Bize dokunan başkalarına, başkalarına dokunan bize de dokundu. Pek çok sahteliğin foyası ortaya çıktı. Ekonomik yıkımlar yaşanırken sistemin sefaleti de gözler önüne serildi.
Böylesi dönemlerin ardından önemli siyasal, toplumsal, kültürel değişimler olmuş hep tarihte. Umarım iyiye doğru bir gelişmeyle bu çektiklerimizin küçük tesellisi bulunur en azından. Eskiden bir uçak düşse yasa boğulurduk, pek çok ülkede günde üç uçak hatta on uçak düşmüş kadar ölüme şahit olduğumuz günler oldu ve oluyor.
Bazen gerçeklik duygumu yitiriyorum bu distopya hali içinde. Kötü bir rüyada gibi hissediyorum. Uyansam her şey bitecek sanki.
Bitmiyor ama… Bu acı, bu çile sürecek sanki bir süre daha. Sizde de var mı bilmiyorum, sanki geçmişe savrulmuş gibi hissediyorum kendimi bazen. Bir çeşit 90’lar Kıbrıs’ı duygusu. Aynısı değil kuşkusuz ama hafiften var bu duygu.
Böylesi dönemlerin ardından sanat ve edebiyatta da yeni akımlar, yeni yönelimler gelmiş hep. Şiire ilginin arttığından söz ediliyor örneğin. Okurların kitaplara ulaşımında sorunlar yaşansa da ilginin artmış olması olumlu en azından.
Düştüğü yeri yakıyor ateş ama her an yan tarafa da sıçrayabiliyor. Birbirimize ne kadar bağlı olduğumuzu anlıyoruz böyle bir durumda.
Bu dönemin sonunda dünya bazı diktatörlerden kurtulur mu; göreceğiz hep birlikte. Ekolojik duyarlığın artması bazı korkutucu projelerin önünü keser mi? Bence çok mümkün. Ne kadar iyimsersin diyebilirsiniz. Öyleyim. Kötümserlik depresyon gibi çünkü. Bir bardağı masadan alıp yıkamanın sana iyi geleceğini bilir ama yapamazsın bunu depresyondaysan. Her şey anlamını yitirir. İyimserlik insanı aktivizm içine sokar. Belki istediğin sonuca ulaşamazsın ama denemiş olmanın hazzını yaşarsın. İthake’ye ulaşamasan da yolculuk serüvenleri hatıraların olur.
Bu kötü dönemi de nasıl yaşadığımız, başımıza gelenle nasıl baş ettiğimiz önemli. Bir gün geriye baktığımızda bu zor dönem içinde gurur duyabileceğimiz ne yaptık örneğin, kendimiz ve başkaları için.
Herkesin koşulları farklı kuşkusuz. Her birimiz kendi hikayelerimiz içinde küçük ya da büyük bazı canavarla boğuşuyoruz sürekli. Ama canavarımız ne kadar büyükse biz de o kadar kahramanız sonuçta. Kınadığımız bazı insanların bizim bilmediğimiz, göremediğimiz canavarları var; unutmayalım bunu.
Bu karanlık dönem bitip güneş yeniden doğduğunda çok şeyin değişmiş olduğunu göreceğiz. Gün ışığı bazı sahtelikleri de aydınlatacak o zaman. Yeni bir dünyaya uyanmış olduğumuzu hissedeceğiz. Bütün umudum bu.