Yeni Bir Paradigma Arayışı: Adanın Kuzey Yarısında Aklın Sol Yarısı

Yeni Bir Paradigma Arayışı: Adanın Kuzey Yarısında Aklın Sol Yarısı


 
Serkan TANSEL

“Yenilgi, hep yüceltme eğiliminde olduğumuz,
üstesinden gelmesi zor bir deneyimdir.”

PERRY ANDERSON, Spectrum


Bundan yaklaşık 50-60 sene öncesine kadar dünya saat üretiminde İsviçreliler piyasaya hâkimdi ve mekanik saat yapımında da uzmandı. Rivayet odur ki, Quartz saatin icat edilmesi ile birlikte mucit icadını ilk önce İsviçrelilere göstermiş ve bu fikri onların uygulamasını istemiş. Fakat İsviçreliler mekanik saat fikrinin esiri oldukları için eski paradigmaya sarılmışlar. Günümüzde ise bu yeni fikre sahip çıkan Japonlar dünya saat piyasasına hâkim olmuş ve İsviçrelileri deyim yerindeyse piyasadan silmiştir. Teşbihte hata olmaz derler; ben bu hikâyedeki İsviçrelileri Kuzey Kıbrıs’taki eski zihniyetin taşıyıcısı politikacılara benzetiyorum. Aralarında istisnalar olmakla beraber bu siyasi figürler ve içerisinde siyaset yaptıkları örgütsel yapılar, yukarıdaki örnekte olduğu gibi toplumun siyasete bakışı anlamında paradigmanın değiştiğinden bîhaberdirler. Esas konuya dönmeden önce yeri gelmişken ‘paradigma’ kavramı üzerinde durmakta fayda var.

Paradigma Değişimi

Paradigma kavramı, genel anlamda; değerler dizisi, kuramsal çerçeve veya dünya görüşü olarak tanımlanır. Bu kavramı popüler hale getiren ve bilim felsefesindeki yerine oturtan Amerikalı bilim felsefecisi Thomas Samuel Kuhn olmuştur. Kuhn, orjinali 1962 yıllında yayımlanan ‘Bilimsel Devrimlerin Yapısı’ adlı çalışmasında, bilimde o güne kadar kullanılagelmiş geleneksel anlayıştan farklı bir bilimsel çerçeve ortaya koymuştur. Geleneksel anlayış, bilimde değişimin evrimsel olduğunu, dolayısıyla bilim adamlarının çalışmalarının bir süreklilik arz ettiğini varsaymaktaydı. Oysaki Kuhn, yukarıda bahsi geçen eserinde, bilimde değişimin kesintili ve devrim şeklinde olduğunu anlatır. Kuhn’a göre belli bir zaman aralığında, herhangi bir bilimsel çalışma alanına egemen olan paradigma, zamanla gücünü yitirir ve düşme eğilimi göstermeye başlar. Bu devrimsel süreç içerisinde mevcut paradigma yenisiyle yer değiştirir. Kuhn, paradigma ile ilgili olarak birçok tanımlama yaparken; kavramı en basit şekilde, “belli bir zaman dilimi içinde bir grubun ya da topluluğun düşünme biçimi ve davranışlarını belirleyen bir dünya görüşü, bir algı dayanağı, bir izlenceler bütünü, bir perspektif, bir model” olarak tanımlar.(1)

Her paradigma, bir alanda yığılmış sorular demetine yanıt olarak ortaya atılır. İlk olarak az sayıda insan bu alışılmamış yeni yöntemi kullanarak birikmiş sorulardan bir kısmına etkili çözümler bulmaya başladığında, paradigma yavaş yavaş bu alandaki diğer bireylerin de ilgisini çekmeye başlar. Böylece, yeni paradigma bir süre sonra o alanda tam egemenlik kurmaya başlar. Bu süreç bazen yüzyıllar alır. Bir paradigmanın egemenlik döneminde, alternatif bir paradigmayla karşılaşılmadığı için, mevcut paradigma gittikçe din gibi alternatifsiz ve sorgulanamaz hale gelir. Yeni sorunlar demeti ortaya çıktıkça mevcut paradigma etkisini kaybederek yenisi ile yer değiştirir. Bu süreçte, özellikle yeni kuşak ve genç bilim adamları, yeni paradigmaları benimsemekte öncülük ederler.(2)

Adanın Kuzey Yarısında Paradigma Değişimi

Yukarıda kısaca değinmeye çalıştığım paradigma kavramını, bir çerçeve olarak kullanarak, daha dar bir anlamda, toplumun siyaset algısı ve siyaset kurumunun buna verdiği/vermediği tepkiye bakmakta fayda var. Paradigma değişimi anlamında toplumun siyasete bakışı değişirken geleneksel siyasi kurumların buna yeteri kadar cevap veremediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Adanın kuzey yarısında toplumsal düzeyde bir paradigma değişiminin en belirgin işaretlerini, gerek 2014 Anayasa referandumu, gerek 2014 yerel seçimleri ve gerekse 2015 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yapılan seçmen tercihindeki değişimlerden görmek mümkün. Bu seçimlerde, diğer önceki seçimlere oranla katılımın düşük olması ve ana akım partilere nispeten az desteğin çıkması bu değişimi gösteren işaretlerdir. Elbette bu değişim bir sürecin sonucudur. Bu süreç üzerinde, dışsal etkenler de etkili olmakla beraber içteki siyasi yapıların halkın sorunlarına çözüm üretememesi ve statüko dediğimiz, zamanla kemikleşen statik toplumsal yapıyı dönüştürememesi esasen etkili olmuştur. Muhafaza etmek hususunda ideolojik olarak gailesi olduğunu söyleyebileceğimiz sağ siyasete karşı sol siyasi hareket, varlık sebebi olan değişime dayalı ilerici politikaları gerçekleştirememiştir. Dolayısıyla sol tahayyülün, paradigma değişimine cevap verecek politikalar ortaya koymasına gerek vardır. 

Aklın sol Yarısının Gailesi Nedir?

Razmig Keucheyan, “Aklın Sol Yarısı – Yeni Eleştirel Düşünceler Atlası” adlı eserinde, 21. Yüzyıla ait “Yeni Dünya Düzeni”nin esas meselelerini, sol perspektiften şu şekilde sıralar: Kitlesel işsizlik ve genel prekarizasyon, küresel savaş, Kuzey/Güney eşitsizliğinin büyümesi ve kapıda bekleyen ekolojik kriz.(3) Küresel ölçekte sıralanan bu sorunlar, yerel düzeyde adanın kuzey yarısı için de geçerlidir.

İşsizlik ve genel olarak prekarizasyon denen güvencesiz, eğreti, kırılgan ve istikrarsız düzen, çalışma alanının her alanında etkisini göstermektedir. Öyle ki, en fazla iş güvencesine sahip olduğu varsayılan kamu çalışanları bile, zaman zaman maaşlarını gününde alamayarak prekarizasyonun acı yüzü ile tanışabilmektedirler. Özel sektörde ise güvencesiz çalışma koşulları, gün be gün çalışanlar aleyhine şekil alırken neoliberal düzenin lehine gelişme göstermektedir. Bu noktada, devletin denetim konusundaki zafiyetinin de prekarizasyonda etkili olduğunu belirtmek gerekir. Ada yarısında, özel sektörün bazı alanlarında iş sağlığı ve güvenliğinden yoksun koşullar ölümlere bile yol açarken, istisnasız tüm sektörlerde insancıl olmayan çalışma saatleri 21. Yüzyılın yeni çalışan sınıfı “prekarya”nın hayatını menfi yönde etkilemektedir. Sol tahayyül bu anlamda, geleneksek işçi sınıfının yanı sıra geçirgen ve güvencesiz bir yapıya sahip olan prekarya sınıfının haklarını da örgütlü mücadele anlamda; sendikalaşmayı çalışma hayatının merkezine koyarak desteklemelidir.

Yukarıda kısaca tanımlamaya çalıştığım güvencesiz çalışma hayatını menfi yönde etkileyen başlıca olgulardan biri de neoliberalizmin aracı olan özelleştirmedir. Adanın kuzeyinde mevcut olan ve adına “vesayet rejimi” diyebileceğimiz Türkiye’nin hegemonik etkisi, bu aracın kullanılmasını daha da kolaylaştırmaktadır. Son zamanlarda gündemi meşgul eden su kaynaklarının, elektriğin, telefonun ve limanların özelleştirilmesi bu kapsamda değerlendirilmelidir. Bu noktada, enerji kaynaklarının yanı sıra doğal kaynak diye adlandırılan kaynakların, ekonomik ve kültürel birer değer olduklarını ve bu yüzden toplumsal değerler şeklinde değerlendirilmeleri gerektiğini ifade etmek gerekir. Dolayısıyla, doğal kaynaklar ve enerji kaynakları her toplum için ortak alanlardır. Genellikle siyasi düşünce, ortak alanların yönetimi ile ilgili özel mülkiyet ve devlet otoritesine dayalı çözümler üzerinde durmuştur. Siyaset alanını devlet ve piyasa arasında iki seçenekli bir tercih olarak gören iktisadi muhafazakârlığa karşı; Nobel Ekonomi ödülüne sahip Elinor Ostrom, ‘Governing the Commons’ (Ortak Alanların Yönetimi)  adlı kitabında farklı çözüm yolları sunar.(4) Ostrom, ortak mülkiyet altındaki kaynakların yönetiminin dışsal bir otorite tarafından özel mülkiyet yapısının dayatılmasına veya devlet denetimi altında olmasına karşı çıkarken, kademeli kolektif örgütlenmenin hem bireysel hem de kolektif fayda getirecek yolları bulabileceğini savunur. Ekonomik alanda da sol tahayyül, “ortak alan” kavramına dayanan; ne devletleştirme ne de özelleştirmeden yana olmayan bir paradigma değişimine giderek farklı bir çözüm yolunu ortaya koyabilir.

Aklın sol yarısının bu topraklardaki bir başka önemli gailesi ise adanın bölünmüşlüğünün sona ermesidir. Bugüne kadar sürdürülen Kıbrıs müzakere süreçleri, yüksek siyaset seviyesinde toplum liderleri tarafından yürütülerek bir çözüm anlaşmasına ulaşılmasına ve ardından gelecek süreçte toplumlararası barışın tesis edilmesine dayalı olmuştur. “Her konuda anlaşılamadıkça hiçbir konuda anlaşılmamıştır” ilkesi üzerine kurulan bu projeye de “Bütünlüklü Çözüm” denmiştir. Oysaki yarım asırdır süregelen müzakereler her konuda anlaşmaya varılamadığı için çözüme de ulaşılamamıştır.  Dolayısıyla bu konuda farklı bir yaklaşıma, bir paradigma değişimine ihtiyaç vardır. Liderler arasındaki görüşmeler devam ederken, toplumlararası bir barış sürecinin başlamasına da ihtiyaç vardır. Bir anlamda barışmak için anlaşmanın yapılmasına da ihtiyaç olmadığı gibi iki toplum arasında her alandaki ilişkilerin iyileştirilmesi, müzakere sürecinde iki liderin de üzerindeki toplumsal baskıyı azaltacaktır. Bunun pratik yolu da her alanda iki toplum arasındaki ilişkilerin artırılmasından ve toplumlararası temasları çoğaltacak güven artırıcı önlemlerin uygulamaya konmasından geçer.

Sonuç Yerine

Adanın kuzey yarısında siyasete olan güvensizlikten kaynaklanan önemli bir boşluğun olduğu aşikârdır. Bu boşluğu doldurabilmenin birinci koşulu, küreselleşme ile birlikte daha da etkin bir hale gelen neoliberal politikaların kuşatmasından kurtularak; özgürlük, eşitlik ve dayanışma gibi sol tahayyülün evrensel ilkelerinin günümüz dünyasına göre yorumlanmasıdır. Bu yorum, siyasi alanda diğer sağ ve merkezdeki yapılardan farklılaşmaya yol açarak toplumsal düzeydeki “hepsi aynı” algısının önüne geçilmesini sağlayacaktır. Aynı zamanda, siyasete olan güvensizlikten fayda sağlayan ve kendini teknokrasi üzerinden var eden, yeni merkez-sağ oluşumlarından önüne geçilmesine de olanak sağlayacaktır.

Diğer bir önemli koşul ise, hem toplumun siyasete dair algısını karşılayacak kapsayıcı, toplumsal ve evrensel barışa hizmet eden yeni bir sol dilin oluşturulmasında, hem de yeni bir siyaset yapma anlayışının; yeni iletişim araçları kullanılarak geliştirilmesidir. Yeni siyaset yapma anlayışı, adanın kuzeyinde bu kadar zamandır siyaset yapan/yapamayan özneler tarafından ortaya konulamayacağı aşikârdır. Dolayısıyla yeni bir sol siyaset anlayışını ortaya koymak için sağ siyaset geleneğinin sahip olduğu bir “lidere” değil, yeni öznelere ihtiyaç vardır.

-------------------------------------------------------------------------
KAYNAKÇA:
(1) Hasan Şimşek, 21. Yüzyılın eşiğinde Paradigmalar Savaşı: Kaostaki Türkiye, Sistem Yayıncılık, 1997, s. 8-9.
(2) A.g.e., s. 9-10.
(3) Razmig Keucheyan, Aklın Sol Yarısı – Yeni Eleştirel Düşünceler Atlası, İletişim Yayınları, 2016, s. 15.
(4) Elinor Ostrom, Governing the Commons: The Evaluation of Institutions for Collective Action, Cambridge, 1990’dan aktaran David Harvey, Asi Şehirler – Şehir Hakkından Kentsel Devrime Doğru, Metis Yayınaları, 2013, s. 119.

Dergiler Haberleri