Seçkin Tercan
tercans@yahoo.com
Fenikelilerden bu yana binlerce yıllık tarihinde ticaret ve değiş tokuş kültürüne ev sahipliği yapmış olan Akdeniz, sosyal yaşamın sokaklarda şekillendiği bir yapıya sahiptir. Dükkanlardan alışveriş yaparken ikram edilen kahveyi içmek, mahallenin bakkalına anahtar bırakmak ve pencereden sepet sarkıtmak gibi birçok yaşam örneği Akdeniz’e mal edilebilir. Hızlı gelişen endüstri ve kalabalıklaşan şehirlere rağmen birçok şehirde halen bu yaşam tarzının kalıntıları görülebilir. Akdeniz insanını iç mekanlara bağımlı kılmak bir bakıma binlerce yıllık kültürel geçmişi tozlu raflara kaldırmak gibidir.
Akdeniz’in ev sahipliği yaptığı çok sayıda kültür, ticareti aynı zamanda bir iletişim aracı olarak kullanmıştır. Küresel düzlemde kapitalist sistemin alışveriş fabrikaları gibi görülebilecek olan AVM’ler dünyanın birçok şehrinde olduğu gibi Türkiye’de son 30 yılda İstanbul ve başka büyük şehirlerde karşımıza çıkıyor. Bu yeni yapı sistemleri insanları başka türlü steril bir yaşam kültürüne sevk ediyor. Yarattıkları bu yeni yaşam alanları ile birçok bağlamda tartışma konusu olan AVM’ler her şeyin bir arada sunulduğu güvenli mekanlar olarak gösteriliyor. Ulaşım ağlarının bu yapıların içinden geçmesi ve birçok başka etken bu ticari mekanları cezbedici hale getirmekle kalmayıp insanları bu alanlarda yaşamaya mecbur kılıyor. Akdeniz şehri olarak kabul edebileceğimiz İstanbul’u cam giydirilmiş yapılara hapsetmek yeni güvenlik alanları yaratmanın başka bir şekli oldu. Talep edilen her şeyin bu merkezlerin içinde mevcut hale getirilmesi ve tehlikenin bertaraf edilmiş olması AVM’leri psikolojik olarak çekici kılıyor. Son yıllarda yeni bir misyon daha üstlenen bu mekanlar, alışverişin yanında sanatı da bünyelerine dahil etmiş görünüyor. Böylece her şeyin bütün bir halde sunulduğu bu alanların dışında sanatı aramanıza lüzum kalmıyor; tiyatro, performans, resim, heykel ve fotoğraf öncelikle dikkat çeken disiplinler. Böylece AVM’lerin boş kalan alanları da panolarla birer galeriye dönüştürülüyor. Öte yandan sahip oldukları yönetim sistemleri bu alanları sanat için bir uysallaştırma alanı olarak tanımlayabiliyor.
‘Peki insanlar sergi izlemesin mi?’ ya da ‘Mutlaka beyaz küpün içinde yani galeride mi izlenmeli sergiler?’ benzeri sorular olabilir tabii ki. Ancak bugün ticaret dışında farklı bir amaca hizmet etmeyen bu mekanlar, otoriter bir süpermarket tavrı taşıdıkları sürece sanatla olan ilişkilerini şüpheli nitelemekte sakınca olmayacaktır. Sanatın halkın her kesimine ulaşması için sokaklar, caddeler ve meydanlar gayet uygun alanlardır. Kamusal mekanlar herhangi bir elitist tavra mahal vermeden pekala gayet güzel değerlendirilebilir.
Kamusal alanda sanata yeni bir örnek ise New York’ta yaşayan sanatçı Caroline Caldwell öncülüğünde bir grup sanatçı tarafından oluşturuldu. Bu bağımsız inisiyatif telefon kulübelerinin üzerinde yer alan reklam panolarını bir yıllığına kiralayarak 52 hafta boyunca 52 sanatçıyı sergileyecek bir sanat projesi başlattı. Açıkhava reklam panolarını günlük yaşamda görsel kirliliğin önemli etkenlerinden biri olarak gören grup aynı zamanda bu görüntülerin psikolojik bir zarara yol açtığını belirtiyor. İnsanların rızaları dışında görmek zorunda kaldıkları bu reklamların yerine sanat eserlerini yerleştirerek alternatif bir algı yaratılması hedefleniyor. Bu düzenlemeleri bir anlamda gerilla sanat olarak tanımlayan Caldwell, esasında reklam kültürünün dil pratiğini kullanarak tüm bireylerin ulaşabileceği bir düzlem yaratmış oluyor. Ancak yine de işin gerilla kısmı tartışmalı görünüyor. Neticede bir reklam panosu kiralanması icap etmiş.
İstanbul’da ise kamusal sanat bir yana yeni yaşam modülleri yaratmak için toplu konut inşa etmek ve hemen yanı başına bir AVM tasarlamak şehirciliğin yeni formulü gibi duruyor. Alt yapı / üst yapı önemi gözetmeden büyüyen bu şehirde, görsel kirliliğin aktif unsurlarından biri yine ekonominin lokomotifi gibi gösterilen inşaat sektörü olmaya devam ediyor. Öte yandan Taksim’deki AKM üzerine yapılan tartışmalar daha da uzayacak gibi görünüyor. AKM’nin ve diğer kültür merkezlerinin önceki yıllarda üstlendiği sanat misyonunu bugün AVM’ler üstlenmiş durumda. Dünyanın ünlü isimleri bu yapıların içinde yer alan salonlarda konserler veriyor ve performanslar gerçekleştiriyor. Yalnız, yapılan etkinlik politik olarak onaylanıyorsa bu mümkün oluyor, aksi takdirde 2015’te Boston Gay Erkekler Korosu konserinde olduğu gibi iptallerin yaşanması gayet normal bir hal almış durumda. Politik – kapitale ters düşen tüm oluşumlar hızlıca eleniyor. Bu durumda ticaret ve siyasi otorite eksenindeki çıkar ilişkisini AVM kültüründe baskın bir öge olarak görmek mümkün oluyor. Neticede AVM ve sanat ilişkisi çarpık hale geliyor.
Aralık 2016’da Ahmet Güneştekin’in ‘Konstantiniyye’ eseri İstanbul’da sergilendiği AVM’den 5 saat içinde kaldırıldı. Alışveriş yapan ‘hassas’ bireylerin böylesine rahatsız edici tarihi referanslı bir detaya maruz kalmaları canlarını sıktığı için AVM yönetimi hızlı bir karar alıp eseri kaldırdı. Burada kamusal alandan ziyade ‘parasal alana’ özel bir sergileme / sergilememe uygulaması görmek mümkün oldu. Uygulanan sansür maddi bir tehdit içeriyor. Alışverişe gelmeyi reddeden bir kitle! Günümüz Türkiyesi her koldan her yöntemle halihazırda sansürle uğraşıyor ve bu da bilindik bir sansür uygulaması olarak görülebilir. Böylece ticari bir eklenti ile sansür yine devreye girmiş oluyor. 2016 Kasım ayında Beşiktaş Fotoğraf Festivali’nde açılış günü mekan sahibinin sergileri gezip, kendince ahlaka uygun görmediği fotoğrafları sergi alanını kapatmakla tehdit ederek sansürlemesi de yeni bir uygulama olarak karşımıza çıkmıştı.
AVM’lerde açılan sergilerin ironik bir şekilde aile kültürüne uygun olması beklentisi ‘lokantamızda aile salonu vardır’ ya da ‘aile çay bahçesi’ içeriğine sahip mekanlardaki uygulamalardan çok da farklı değildir. Zira yönetimlerin yaptığı ticari anlaşmalar bir nevi görsel güvenlik içeriyor. Böylece estetik yargılardan ziyade, ahlaksal bağlamda uyumlu, tehdit içermeyen ve mümkün olduğunca dekoratif olan sanatı gözlemliyoruz. Amaç dekoratif sanata karşı çıkmak olmamalı tabii ki ancak sansürün hakim olduğu bir ortamda sadece dekoratif olanın yer bulabilmesi, yürütülen market ve reyon kültürünün devamı niteliğinde olmanın ötesine geçemiyor.
Tüm bunların yanında sanat ve ticaret ilişkisini yardırgamaya çok da gerek yok. Esas kabulü zor olan, alışveriş kültürünün hem sanatçı hem de toplum için yeni ve cilanmış çehreyle sunulması ve bu yapay ortamın olağanlaştırılmasıdır. Oluşturulan bu modüllerin yarattığı korunaklı ortam aileler için şiddet içermeyen mekanlarmış gibi sunulduğu kadar aynı zamanda görsel anlamda kontrol altındadır. AVM’lerde sergilenen sanatta politik tavır ya da çıplaklık görmek mümkün değildir. Böylece mekan, tanımı bir türlü yapılamayan genel ahlak ve aile yapısı bakımından son derece güvenli ilan edilir. Genel ahlak, hem hukuki hem de sosyal bağlamda neye göre düzenlendiği ve hangi gerekçeye dayandığı belli olmayan muhafazakar politika tarafından türetilmiş bir kavram olarak görülebilir. Sanatta birçok sansür uygulamasına referans olan bu kavram keyfiyet içeren soyut bir saçmalıktan öte değildir.
AVM’ler sanatla olan ilişkilerinde sansüre yeni bir zemin hazırlayarak vergi ödedikleri sisteme tam bir itaat ile hareket ettikleri sürece, oluşturdukları sanatsal ortam kendi suni hacimlerinin yansımasından öteye gitmeyecektir. Sanatın var olduğu ortam geçmiş çağlardan bugüne tartışılan bir düzlem olmakla beraber sanatın halkla olan iletişimi de ayrı bir tartışma konusu olmuştur. Bir sanat eserinin sergileneceği yeri belirlemek tabii ki birçok dinamiğin etkisindedir ancak bugün yaşadığımız ortamda genel ahlak ve milli değer sorgulaması altında yürütülen sansür ve baskı kültürü içinde sanatçının uygulamaya zorlandığı otosansür ürkütücüdür. Bırakın eserin satışına yönelik yönlendirmeyi eserin sergilenmesine yönelik kurgulanan baskı birçok mekanda (buna müze ve galeriler de dahildir) aleni hale gelmiştir.
Homo pictor, sapiens gibi biyolojik tür olarak değil de resim yapma eylemiyle tanımlanmıştır. Neolitik insanın bu çizim yapma eylemi kimi zaman ritüel, kimi zaman sunu, kimi zaman da betimleme niyetiyle olmuştur. Ancak resim yapan insanın bu eyleminin sebebi şimdiye kadar netleştirilemedi. Tarihsel süreçte sanatsal üretimin birçok sebebi olabildiği gibi maddi kaygılarla da sanatçılar eserler yarattılar. Eserlerin içeriği kapitali sağlayanlar tarafından çoğunlukla manipüle edilmiş olsa da sanatçılar bir noktaya kadar bu dengeyi telafi edebilmiştir. Katolik bir ülkede resimlerini yapan ve tüm baskılara direnen İspanyol ressam Goya eserlerinde benzer bir baskının dilini eleştirel olarak inşa etmiştir. Sanatçılar çeşitli dönemlerde sansürle baş etme yöntemlerini geliştirmişler ve sistematik olana direnmeyi de bir dile dönüştürebilmişlerdir. Ancak bugün yaşananlar sistematik bir limitleme değil aksine var olma hakkının yok edilmesidir.
Sansürün çoğunlukla daha dolaylı ve politik oyunlarla uygulandığı bir dönemi yaşıyoruz. Birçok yönetim, sansürü kendisi üstlenmezken çeşitli kurumlara ya da birimlere yükledikleri bu kirli işi görmezden geliyor. AVM’lerde uygulanan sansür ise kendini ikircikli bir yapıyla var ediyor. Merkez yöneticileri halktan aldıkları talepler doğrultusunda hareket ettiğini söyleyerek bir çeşit tüketimde müşteri memnuniyeti savunmasına gidiyorlar. Oysa sanat için bir memnuniyet beklentisi yaratıcılıkta özgür iradeyi baskılamaktan öteye gitmeyecektir. Bu nedenle bir süre sonra sanatçıların dışarıdan gelen bir sansürden çok, gayet olağanlaştırılmış bir otosansürle eserler üreteceğini öngörmek de yanlış değildir.
Uzun yıllar donuk ve düz heykellerin işgaline uğrayan İstanbul (ve Türkiye ve KKTC) bugün o heykellerin yerine benzer işlevi sağlayan AVM sergileriyle donanıyor. 1980 sonrası Türkiye’de kurgulanan yaşam şekli AVM kültürüyle hayatını kurgulayan bir nesil doğmasına sebep oldu. Alışveriş merkezi inşa etmeyi bir çeşit gelişmişlik göstergesi kabul eden toplumların en büyük kültür eylemi AVM gezmek olmaya devam edecek gibi duruyor…