YENİ BİR SÖZ SÖYLEMEK İÇİN ÖLMEK Mİ GEREKİR?*

... insan kendine mahkum; hissettiklerine, yaşadıklarına, bilincine ama en çok özgürlüğüne...

Özlem Değirmenci
özlemdegirmenci@hotmail.com

“Bilmiyorsunuz. Darmadağın gövdemi
Çiçekli perdelerin arkasında saklıyorum.
Karanlıkta oturuyorum. Işıkları yakmıyorum.
Çalar saat zembereği boşalana kadar çalıyor
Acı veren bir sevişmeyi hatırlıyorum.
Bir bıçağın gereksiz yere parlaması bu.
Yıllardır kendini bulutlarda saklayan illegal bir yağmurum.
Bir yağsam pahalıya malolacağım.
Ben bir bodrum kat kızıyım bayım
Yalnızlıktan başka imparator tanımaz bodrumum
Bir süredir plastik vazolar gibi hiç kırılmıyorum
Fakat korkuyorum.”

Didem Madak

Gerçekten plastik bir vazo gibi kırılmadığımızı hissedince korkulacak bir şey kalmıyor mu hayatta? Yoksa insanın tüm korkuları kırılacağına dair hissettikleri ile mi ilgili? Ayrılıktan niye korkuyoruz mesela? Kırılacağımız için değil mi?

Modern toplumdaki insanın kırılmamaya dair en yaygın yaptığı savunma mekanizması etrafına duvarlar örmesi; hatta bu konuya yıllarca emek verdiyseniz artık duvar değil de kaleler inşa edersiniz etrafınıza. Kalın, boyu sizi beşe katlayan, küçücük bir anahtar deliğinin olduğu kaleler... İşin kötüsü o kadar küçük bir deliği açabilecek yetkinlikteki tek anahtar sizin zihninizin içindedir. Tabii ki mental kaleniz gerçek bir kale kadar sağlam olmaz, bazen isteyerek bazen ise istemeyerek arada kocaman boşluklar ya da küçük delikler bırakırsınız. Bırakırsınız çünkü Pandora; içerisinde her şeyin olduğu kutuyu açtığında, etrafa tüm kötülükler dağılırken, Zeus insanlığın lanetlenmesi için umudun kutuda kalmasını sağlamıştır. İnsan var olduğundan beri, en güçlü kaleleri inşa edecek gücü olsa da kendisini zayıflatan umuda hep sahip olmuştur ve en yıkılmaz denilen kaleleri de yerle bir eden yine o umuttur, belki kaledekilerin değil ama karşıdakilerin o kaleyi yıkacaklarına dair olan umutlarıdır. İşte o umut, Pandora’nın kutusunda da, sizin kalbinizde de bir zerre olarak kalsa bile kalenizdeki zayıf noktaları oluşturur.  

Siz o aşılmaz görünen kalenin arkasında konfor alanınızda, kudretli bir gösteri yaparken küçücük deliklerin zamanla büyüdüğünü fark etmezsiniz bile. Oradan girebilen küçük tehlikelerin içeride (sizi sömürüp) büyüyerek odaları tek tek ve yavaş yavaş istila ettiğini anlamazsınız, çünkü o sırada gösteri devam ediyordur ve perde kapanmadan sahneden inemezsiniz. Zaten siz rolden role girerken korkulacak bir şey yoktur, çünkü maskeleriniz de plastiktir ve kırılma ihtimaliniz yoktur, değil mi?

Sonra bir gün yorulduğunuzu fark edip en rahat ve en renkli koltuğunuza oturmak istersiniz. Amaç bir nefes alıp, yola, şova, hayata, kayıtsızlığa devam etmektir. Ama bilinçsizce bırakılan bir delikten giren o küçük truva atı içeride dönüşmüş, tüm varlığınızdan beslenerek güçlenmiştir. İlk işi de o renkli koltuğunuzu kırmak olmuştur. İşte bu noktadan sonrası çorap söküğü gibi gelir, süreç ise çok dengesizdir. Peki zor olan nedir? Ne hissediyor olduğunuzu anlamaya çalışırken hissettiğiniz şeyin zaman aşımına uğraması mıdır, yoksa içeride bir “özne” varken gösteriye devam edip etmeyeceğinize karar vermek midir? Kaledeki boşluğu yaratanı suçlamak mı gerekir yoksa “olan oldu artık” diyerek bundan sonra kırılma tehlikesi ile yola devam etme cesareti mi göstermek gerekir? Binlerce soru zihninizde çoğalırken, diğer özne ile beraber yaşamaya alışırsınız çünkü o tehlike geldiği delikten çıkacak kadar küçük değildir artık ve kalenin kapısını açan anahtar da sizin bilincinizdedir. Evet süreç zordur; alıştığınız tüm düzenin yıkılması, kendi renginizi kaybetmeniz söz konusudur; bazen o süreç yıllar alır, arada çözüm bulmak için sizin bile bilmediğiniz odalar açılır, yüzleşme gerçekleşir, kendinizle yüzleştikçe kuyruğunu yiyerek kendini yaratan ourobos misali her seferinde deri değiştirip daha da karmaşıklaşırsınız. Artık daha kırılgan, daha hassas, daha yorgun ve daha sahte olursunuz çünkü ne olacağınıza karar veremezsiniz ve kolay olan bu sıfatları yüklenip durumu kabullenmek olur.

Her şey olması gerektiği gibi devam ederken uzun süredir açılmayan bir odada tozun toprağın arasında tekdüzelik, normallik, alışkanlık, nefes almak ve yaşamak arasındaki fark, özgünlük gibi kavramlarla karşılaşırsınız yine ve yeniden. Bir kaç kez odaya girip çıkarsınız ama yüzleşmeye cesaret etmezsiniz, sonra bir gün tüm o tozları yutarak, beyninizdeki tüm anılarla, kalbinizde artık eskisi gibi olmayan duyguları harmanlayarak orada oturursunuz, sessiz ve sabit bir şekilde. Kaleyi o kadar da dayanıklı yapmadığınız için kendinizi suçlarsınız, onu hazmedemeyince beraber yaşanılan “anlara” odaklanırsınız. O anların artık anılara dönüştüğünü ise kabul etmeniz en zor olandır çünkü bunun için önce kırılgan olduğunuzu kabul etmeniz gerekir. Sizin sayenizde bir özneye dönüşen eski tehlike, kaledeki tüm boşlukları bildiği için ilk günden sizi kırma hakkını elinde bir koz olarak tutar, siz bu kozun hiç bir zaman kullanılmayacağınızı sanırsınız, ama gerçeklik o kadar saf değildir; siz zaten artık plastik olmadığınızı kabul ettiğiniz an, karşıya da sizi kırıp parçalama hakkını sorgusuz sualsiz vermiş olursunuz.

Bu noktadan sonra yapacağınız pek bir şey de kalmaz aslında, ya o odadan çıkıp olması gerektiği gibi her gün benliğinizi biraz daha kaybederek yaşarsınız ya da o odada boş duvarlara bakıp zihninizdeki anahtara ulaşmaya çalışırsınız. Birinci seçeneğin daha kolay olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Kaleyi yaptığınız zihniyete dönmeye çalışarak, kendinizin kim olduğuyla ilgili milyonlarca soru sorarak, kaybolarak, yabancılaşarak, azalarak, yok olarak günün değil belki ama yılların sonunda anahtara ulaşıp, o çok severek yaptığınız, çok emek verdiğiniz, rengarenk kalenizi bırakıp kaçmaya karar verirsiniz.

Zor olanı seçersiniz çünkü birini sevmenin birini dönüştürmek olmadığını, biz olmadan da sevmenin mümkün olduğunu, güven duygusunu sizden başka birinin size sağlayamacağını deneyimlemişsinizdir. Artık çocuklar gibi yerde tepinip ağlayarak değil, yaptıklarınızdan ders alarak gitmeyi göze almışsınızdır, en sevdiğiniz yemeğin bile fazlasının sizi hasta ettiği gibi, aşkın da bağımlılık derecesinde olan aşırılığının sizi yaşatmayacağınız hatta öldüreceğini hissetmişsinizdir. Aşkın herkes için başka anlamı olduğunu, ileriye doğru giden değil de derine doğru yol alan bir süreç olduğunu ve tüm aşkların mutlu sonla bittiğinin bir klişeden ibaret olduğunu da yeniden hatırladığınızda, artık kaleden kaçarsınız.

Evet kaçarsınız çünkü bu eylem gitmek kadar kolay değildir, oradaki kimliğinizi bir yere savurup kaçmaktır. Kaçarken arkanıza baktığınızda gittikçe küçülen kalenin aslında bir halüsinasyon olduğunu kabul etmektir, beynin sana “sen kaybettin” derken ona “hayır, yaşadım” demektir, değersizlik ve suçluluk hisleriyle başetmektir, zamanın iyileştirmediğini ama hissizleştirdiğini öğrenmektir, bundan sonra o kalp ateşiyle yaşayacağını tahmin etmek, mutluluğun anlardan ibaret olduğunu öğrenmek, alışkanlığın bazen aşktan büyük olduğunu, aşkın içinizden bir şeyi koparıp götürürken aslında sizi daha iyi bir versiyonunuza doğru evrimleştirdiğini görmektir. Ve en önemlisi de zamanı geriye çeviremeyeceğini ve kendini plastik bir vazo gibi dayanıklı yapamayacağını ve asla koruyamayacağını bilmektir.

Kendinden vazgeçmekle kendinden ödün vermek arasındaki fark nedir ya da yılların emeği olan bir kaleyi yıkmaya değer mi şu an bilmesem de emin olduğum bir şey var ki insan kendine mahkum; hissettiklerine, yaşadıklarına, bilincine ama en çok özgürlüğüne... Kaleler yapmaya, bir kadeh viski döküp bir sigara yakıp uzaktan ama ta derinden yıkılmalarını izlemeye devam etmeye yaşamak diyoruz; Beckett’in dediği gibi “Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil.”

*Yazının başlığı Sezen Aksu’nun Duvar isimli parçasından esinlenilerek koyulmuştur.  

Dergiler Haberleri