Aradan, bize göre elli, Kıbrıslı Rumlara göre kırk yıl geçti. Bu zaman zarfında her iki toplum kendi “gerçeği” ile kendi sosyo kültürel yapısını, siyasal ve ekonomik düzenini yeniden yarattı. Tüm çarpıklığına, tüm belirsizliğine, tüm açmazlarına ve dönemsel gerilimlerine rağmen hayat devam etti. Çözüm süreci on yıllar boyunca liderlerin görüşmesine indirgendi. Toplumların birbirinden uzak tutulması hem yanlış algıların üremesine hem de “gerçeğin” pekişmesine yol açtı. Nedenler bir yana, “bölünmüşlüğün statükosu” her iki tarafta da farklı gerekçelerle güçlendi. Çözüm istenci ise barış yapılacak toplumun ötekileştirilmesi, yanlı/yanlış propaganda/psikolojik algı yönetimi vd nedeniyle temenniye dönüştü.
Her iki taraf da var olan bölünmüşlük üzerinden oluşan özgün statükosunu bir diğerine açmadı. Hakim Türk ve Rum tezlerinin ana ekseni, kendi statükolarının korunması oldu onyıllar boyunca. Ve Talat dönemi hariç, sözümona çözüm süreçleri bu ikili statükonun güç kavgasına dönüşerek, neredeyse farklı kör dövüşleri üzerinden bugünlere geldi.
Gerek ortaklık devletinin niteliği gerekse toprak ve yönetim-güç paylaşımı denklemi ile meselelerinde ana çelişki her zaman aynı oldu ne yazık ki. Güç ve statüko savaşı !
Her iki taraftaki egemenler güçlerini, bireylerin var olan düzenlerden beslenmesi, var olan anomaliler üzerinden kendi yasallıklarını sağlaması, birey-topluluk veya toplum düzeyindeki farklı çıkar ilişkilerini normalleştirerek meşru ilan ettikleri ve “legal”leştirdikleri ilişki, ortam ve alanlardan aldılar. Sürdürdükleri siyasetin de özü budur. Bir yandan anomalileri legalleştirerek ve verili durumun meşru ortam olarak algılanmasını sürekli kılarak ayrışma yaratılırken, bir yandan da masada çözüm yapmaya çalışma görüntüsü ile siyasi ahlaksızlığın en büyüğü yazıldı bizim topraklarda.
Öyle bir yazıldı ki, her samimi barış arayışı “bölünmüşlüğün statükosu”nun ayrılıkçı hegemonyasına takılı kaldı.
Yarım yüzyıllık tarih boyunca, egemen siyasilerin yönlendirmesi ile her bir aile, her bir birey kendi yol haritasını “verili gerçek-statüko” üzerinden şekillendirdi. Kimisi, Kıbrıslı Rumun malını aldı sattı, bir “düzen” kurdu kendisine; kimisi Türkiye’den getirildi, Kıbrıs’ın ekonomik sosyal hayatına büyük sıkıntılar yaşayarak eklemlendi; kimisi savaşın ağır bedelinden sonra yeni güvenli hayatlar kurmaya sıfırdan başladı; kimisi savaşı ekonomik avantaja dönüştürdü; kimisi ise yaşadığı acılar ile kalakaldı...Kıbrıslı Türk toplumunda, 1964 – 1974 tarihi olgularını yaşayanların bugün ne kadarı hayatta bilmiyorum, ancak çocuk ve torunlarının artık dün üzerinden değil bugün üzerinden konuştuğunu, çözümü bugünün verileri üzerinden tartıştığı açık bir gerçek. Kıbrıslı Rumların ise tam tersi bir beklenti içerisinde oldukları, yani 1974’ün koşulları üzerinden konuşmak ve sosyo ekonomik bir gelecek tahayyül ettiklerini biliyoruz.
Her ne isterse olsun, toplumların birbirlerini “kabul” etmeleri için “barışa yürüyüş” gibi sosyal programlara ihtiyacımız olduğu çok açıktır. Çözüm dediğimiz şeyi eğer var olan statükoları meşrulaştırma süreci olarak algılıyorsak, bunun sonu çözüm değil, çözümsüzlüktür. Herhangi bir statükonun, bir diğeri üzerinde hakimiyet kurması özleniyorsa, bu da bir sonuç üretmeyecektir.
Çözüm müzakereleri değil, barış inşa süreci derken, gerçekten adım adım bir bina inşa eder gibi bir yol haritası oluşturmamız gerektiğini ifade etmek isterim. Bu tür süreçler yaşanmadan ulaşacağımız yer çatışmasızlık olur yani bugünkü durumun az farklı devamı, barış olmaz diye düşünüyorum.
Bu bağlamda, yeni ve alternatif yollar yaratma gibi bir sorumluluğumuz vardır. Elli yıldır süren müzakere paradigmasını değiştirmek, topluma yaymak, belli bir zaman dilimi öngörerek süreci “toplumsal yakınlaşma” sağlamak ve “yeni yaşam alanını yaratmak” adına, adım adım kurgulamamız şarttır. Çünkü barış yanlıları karşılarında oldukça katı iki statükonun olduğunu unutmaması gerekir. Yeni yaşamın yani barışın, verili koşuldaki eski yaşamdan çok daha güvenli, çok daha verimli olduğunun anlatılması kaçınılmazdır ve bu süreç sivil toplum dahil olmadan imkansızdır.
Bu yönde çalışmalar yapan Psikolog Dr. Murat Paker’in “Yüzleşme” meselesi hakkında T24’te çıkan yazıları üzerinden aşağıdaki maddeleri paylaşmak sanırım önemli olacaktır. Dünyada yaşanan alternatif bilimsel çalışmalar üzerinden nelerin nasıl programlandığını bilmek sanırım önemli olacaktır : (Kıbrıs’a uyarlayarak.)
“1.Güven / güvenlik: Taraflar birbirlerine asgari güven duyacaklar ve kendilerini güvende hissedecekler.
2.Eşdeğerlilik ve saygı: Taraflar birbirlerini eşdeğer olarak görecek ve asgari saygı gösterecek.
3.Bilgi: Kıbrıs’ın yakın ve / veya uzak tarihindeki tartışmalı kara sayfalara dair olgusal hakikatler bütün ayrıntılarıyla ortaya çıkartılacaktır. Ne, ne zaman, nasıl, neden olmuştur? Failler ve mağdurlar kimlerdir?
Cezalandırıcı ve / veya onarıcı adalet mekanizmaları devreye girecektir. Ortaya çıkan bilgiler paylaşıma açık olmalıdır.
4.Duygu: Ortaya çıkan hakikatlerin / mağduriyetlerin kuru bilginin ötesinde hissedilebilmesi için sanatsal yaratımlar ve insani temas sağlayabilecek ortak sosyal projeler yapılmalıdır.
5.Anlam: Bütün bu bilgiler ve duygular nasıl anlamlandırılacaktır? Olan bitenlerin neden olduğuna dair bütünlüklü cevaplar üretilecektir.
6.Özür ve Bağışlanma Talebi: En yetkili resmi merciinin ağzından işlenen suçlar için mağdurlar ve yakınlarından açıkça, samimi özür dilenmeli ve bağışlanma talep edilmelidir. Yapılan zulümlerin ötesinde mağduriyeti kat be kat arttıran şey, bu mağduriyetlerin tanınmamasıdır. Mağduriyetleri tanınıp, mağdurlar onurlandırılmadıkça, mağdurlar açısından travma döngüsü kapanmaz, travmatik geçmiş bugünde yeniden yaşantılanmaya devam eder.
Samimi ve resmi bir özür, geçmişle bugünü ayırmaya yardım eder. Özür sayesinde travmatik geçmiş, gerçekten geçmiş, tamamlanmış sayılabilir. Ancak ondan sonra yeni ve ortak bir gelecek için bir yol arkadaşlığı mümkün olabilir. Failin özrü, mağdurun incinmişliğini bağışlayıcılığa çevirme potansiyeline sahiptir. Ancak özür, .... gerek sağda gerek solda sıkça anlaşıldığı haliyle öyle basit ve kolay bir şey değildir.
Ciddi bir hazırlık gerektirir; kapsamlı, sahici ve samimi bir mesaj içermesi gerekir; gözle görünür, elle tutulur sonuçlar üretmesi gerekir. Dolayısıyla özür..... sanıldığı gibi geçiştirici bir laf değil, politik ağırlığı olan geniş bir paketin içindeki kritik bir parçadır.
7. Tazminat: Yüzleşme sürecinde, mağdurların maddi ve manevi kayıpları imkânlar elverdiğince karşılanmalıdır. Tazminat, verilen zararın sorumluluğunun üstlenildiğini ve mağdurun travma öncesi eski haline dönmesinin önemsendiğini gösterir. Bu sayede mağdurlar ve onların ait oldukları toplumsal kesim, tekrar içerildiklerini hissedebilirler.
8. Hakların yeniden tanımlanması – Yasal düzenlemeler: Yüzleşme / uzlaşma süreçlerinin olmazsa olmaz ögelerinden biri de kuşkusuz tüm baskıcı / ayrımcı yasaların ve mevzuatın, eşitlikçi ve barışçıl uzlaşı temelinde elden geçirilmesidir. Uzlaşı için anayasal değişiklik gerekiyorsa yine bu kapsamda değerlendirilmelidir. Eskinin baskı, ayrımcılık ve çatışma üreten yasal çerçevesi, yüzleşme / uzlaşma sürecinin getirileri ile harmanlanarak, eşitlik, adalet ve barış gibi değerler temelinde yeniden tanımlanmalıdır.
Yine bu çerçevede, tüm ders kitaplarının aynı şekilde elden geçirilmesi ve nefret söylemini / ayrımcılığı cezalandıran yasal düzenlemeler yapılması gereklidir. En az bu düzenlemeler kadar önemli başka bir konu da toplumun ayrımcılık konusunda aktif ve sürekli bir biçimde eğitilmesidir. Tarihsel eşitsizliklere / adaletsizliklere dayalı kronik çatışmalardan / anlaşmazlıklardan çıkış, maalesef iki tarafın yapabileceği bir anlaşma ile sonuçlanmamakta, eski alışkanlıklardan kurtulabilmek için sosyal ilişkilere nüfuz edebilen ayrımcılık-karşıtı çok yönlü bir kampanyanın uzun bir süre aktif olması gerekmektedir. Bu tarz bir sosyal ilişkilenme dönüşümü yaşanmadığı takdirde mevcut alışılageldik eşitsizlik ve ayrımcılıkların sosyal düzeyde sürmesi kaçınılmaz olacaktır.
9. Yeniden ilişkilenme – Sosyal Adalet: Yüzleşmenin nihai amacı, kendimizle ve Öteki saydıklarımızla daha olgun, etik ve sahici bir tarzda yeniden ilişkilenebilmek ve eşdeğerliliğe dayalı ortak insani zeminler geliştirebilmektir.
Barış, genel olarak iki düzeyde tanımlanır (Galtung). Açık şiddetin yokluğu negatif barıştır. Açık şiddetin giderilmesi çok önemli ve gereklidir, ancak barışa ulaşmak için yeterli değildir. Çünkü açık şiddete gebe olan zeminde yapısal eşitsizlikler, sembolik şiddet ve ayrımcılık üzerinden yürüyen toplumsal adaletsizlik sürüyorsa barışa ulaşamamışız demektir. Toplumsal adaletin varlığı ise pozitif barıştır. Meselenin toplumsal adalet ve hakikat boyutlarını çok ciddiye almak zorundayız.
Hakikatlerle yüzleşmeyen ve sosyal adalet peşinde olmayan bir barış ise ham hayalden öte bir şey değildir.”
Batı Almanya Başbakanı Willy Brandt, 7 Aralık 1970 te Varşova Gettosu Anıtı'nın önünde diz çökerek Yahudi Soykırımı nedeniyle özür dilemişti.
---------------------------------------------------------------------
Murat Paker’in “Yüzleşme” meselesi üzerine T24’te çıkan yazıları sırayla okumak isteyebilecekler için rehber:
1. 21 Eylül 2014: 'Yüzleşme' bahsine giriş
2. 30 Kasım 2014: Bireyselden sosyo-politiğe 'yüzleşme'
3. 15 Mart 2015: Yüzleş → Uzlaş → Barış
4. 25 Mart 2015: Yüzleşme süreçlerinde bilgi, duygu ve anlam
5. 07 Nisan 2015: Yüzleşme süreçlerinde özür, tazminat, tamirat…