YENİ CTP: Çözümden Önce, Çözümden Sonra

“YENİ” CTP de, aylardır dalında çürüyor. Ve dalında çürüyen meyvenin akıbeti belli… Bunun, siyasette kimseye bir faydası yok.

 

Rafet UÇKAN
rafetuckann@gmail.com

 

I.

“YENİ” CTP, bir yandan içini bir türlü sahici bir biçimde dolduramadığı “yenileşme” iddiasının peşinde koşarken, bir yandan da kendi geleneksel tabanının dünden bugüne taşıdığı parti içi sorunlardan kurtulmak için çaba harcıyor. Bunu yaparken de, varsa bir meramı, onu “biçimsiz” bir öfkeye ve durmadan kendini tekrar eden, siyasi bir çerçeveden yoksun, “betimleyici” nutuklara boğduruyor. Neye ve neden “meydan okuduğu” belli olmayan bu biçimsiz öfke, belli ki şimdilik, “YENİ CTP”nin ne olduğunu anlamaya çalışanların eleştirilerini de bastırıyor. Her gün farklı vesilelerle atılan nutuklar şu sacayağın üzerine oturuyor: “Yapılanlar hukuksuzdur”, “turizm raporu hazırlıyoruz”, “üreten yok olmaz”… CTP’nin son kurultayında oybirliği ile “yeni”ye açılan alan, özünde bu üç küçük cümleyle, yani hukuktan yola çıkıp sosyal politikaya ve üretken ekonomiye varmaya çalışan bir “laf kalabalığı” ile doldurulmaya çalışılıyor.

“YENİ” CTP, daha kurulduğu gün uluslararası hukukun sınırlarından taşmış bir devletin parlamentosunda, “hukuksuzdur” iddiasına sıkıca tutunuyor, her meseleyi her şeyden önce hukukun zaviyesinden görmeye çalışıyor. Tamamen anlamsız değil bu. “Güçler ayrılığını” savunmanın bile “radikal” bir talep haline dönüştüğü Türkiye’ye bakınca, insan, hukuku savunmanın önemli olduğuna bir kez daha ikna oluyor; ancak siyasetin cevheri “hukuksuzdur” tespitine tutunmakta değil. Bu, hukukçuların elindeki terazi… Ve siyaset, bu tespitin yapılmasından çok sonra başlıyor.

Sosyal politika ve üretime dayalı ekonomi konularındaysa, karşı-hegemonik bir inşa süreci için çabalamak ve farklı sahalardaki önerilerini kapsamlı bir kavrayış ve bunun toplumsal/sınıfsal dayanakları çerçevesinde ortaya koymak yerine, göğe bakmaya devam… Burada da sihirli cümle şu: “O konu üzerine çalışıyoruz”. Yeni bir siyaset tarzı ve anlayışı üretme vaadi, işte bu dört kelimeyle karşılanmaya çalışılıyor. Evet, Tufan Hoca kesinlikle haklı: Statüko, gündelik yaşama nüfuz ediyor ve kimse yozlaşmadan ari değil.  Peki, herkesin hemfikir olduğu, malumun ilamı mahiyetindeki bu çıkarımdan sonraki kısım nerede? Siyasal olan, yani hukuku savunurken toplumsal meşruiyetin sınırlarını çizen, toplumsal projesini ve tahayyülünü ortaya koyan ve onun toplumsal/sınıfsal tabanı üzerine kafa yoran, somut önerilerini bu tabanı dikkate alarak geliştiren kısım, hakikaten nerede? Statükoya dair basit ve elbette yerinde bir tespitten, yani yozlaşmanın gündelik hayatın her alanına sirayet etmiş olmasından yola çıkarak, küçük “butik otel”lere ve eko-turizme dayalı bir turizm anlayışına vasıl olmak nasıl mümkün oluyor? Oluyor, çünkü bütünlüklü bir kavrayış geliştirilemiyor: Biraz hukuk, biraz turizm, statüko üzerine birkaç saptama… Sonra yine, seçmen tabanı üzerine hiç kafa yormadan gerçekleştirilen kitle toplantıları, köy gezileri, sosyal medyada beğeni almak için çekilen fotoğraflar ve “tespit etmekle” yetinen bir siyaset… Üretici kesimlere yapılan ziyaretler, meslek odalarıyla gerçekleştirilen toplantılar vs. tamamen anlamsız değil elbette; şayet bu, kendi toplumsal tabanını belirgin kılmak amacına hizmet ediyorsa…

Bu konuyu epeyce uzatmak mümkün, ancak günün sonunda parti kadrolarının, yönetiminin ve genel başkanının niteliği ve potansiyeli ile ortaya koyulan somut iş arasındaki mesafe insanı şaşırtıyor. Sevdiğim bir hocam, bu gibi durumları betimlemek için “meyveyi dalında çürütmek” tabirini kullanırdı. İşte “YENİ” CTP de, aylardır dalında çürüyor. Ve dalında çürüyen meyvenin akıbeti belli… Bunun, siyasette kimseye bir faydası yok.

II.

Federasyonu ve parlamenter mücadeleyi sahiplenen merkez solun, politika geliştirirken, en azından sağcı HP’nin “evimizin önünü temizleyelim” önerisinden farklılaşan bütünlüklü bir bakış açısına ihtiyacı var. Bunun içinse, her defasında “masada kalan” federasyonu artık inşa etmeye dönük “somut”, gerçek adımların atılması; turizm, eğitim, ticaret, sağlık ve enerji politikalarının da doğrudan doğruya bu inşa sürecine matuf olması gerekiyor. Bu ise, Kıbrıs sorununun çözümüne dair yeni paradigma arayışları ile iç içe geçen bir mesele... “Kapsamlı çözüm”de ısrarcı olmak ile son zamanlarda sıklıkla dile getirilen “adım adım çözüm”e şans tanımak, politika geliştirme bağlamında çok farklı çıktılara işaret ediyor çünkü...

Burada, PRIO’dan Harry Tzimitras ile Mete Hatay’ın Brookings’e sunduğu, önemsediğim bir metinle bir parantez açmakta yarar var. (1) Temelde, yeni paradigma ihtiyacına dönük hazırlanmış bir metin bu… Mevcut haliyle geliştirilmeye muhtaç; ancak tartışmak için iyi bir zemin sağlıyor. Temel bir iddiası ve berrak bir önerisi var: Kıbrıs meselesi, eğitimden ticarete, enerjiden turizme uzanan farklı sektörlerde Kıbrıslılar arasında karşılıklı somut, iktisadî “bağlar” kurularak, adım adım çözülebilir. Bilhassa Türkiye’nin AB’ye üye olma motivasyonunu yitirdiği, AB’nin ise artık masada bir “taraf” olarak algılandığı koşullarda, Hatay ve Tzimitras, çözümün doğrudan doğruya “içeride” kurulacak bağların üzerine bina edilmesini öneriyor. Buna göre, örneğin eğitim alanında, Ada’yı birbirinden yalıtılmış parçalar olarak değil bir bütün olarak kavrayacak, iki tarafın birlikte hareket etmesini sağlayacak bir planlama yapılabilir. Üniversiteler arasında sağlıklı bir biçimde iş birliği yapılmasıyla, tarafların avantajları aynı anda işe koşulabilir ve bu da sektörün daha güçlü hale gelmesini sağlayabilir. Böyle bir yöntemin tüm Ada’nın yararına olabileceği kanısı var ve eğitimde kabaca özetlediğim mantık, diğer tüm sektörler için de geçerli… Eğitim sektöründe olduğu gibi, örneğin turizm sektöründe, iki tarafın elindeki güçlü kartları birbirine eklemleyecek, farklı turizm türlerini birbiriyle kaynaştıracak bir turizm politikası geliştirilebilir. Detaylandırılması gereken, ancak son derece makul bir yaklaşım…

Kapsamlı çözüme alternatif olarak sunulan bu yeni bakış açısının, ağırlıklı olarak ekonomik bir perspektife yaslandığını, sosyolojiyi ilgilendiren kısmın bir ölçüde eksik kaldığını söylemek mümkün. Kapsamlı çözümün de gelip tıkandığı yer aslında sosyoloji… Öte yandan, fiili savaşın ve çatışmaların olmadığı bir coğrafyada “çözüm”ü savunmak için çok fazla seçeneğin bulunmadığı da ortada. Yani “rasyonel”, “herkesin çıkarına” ve “gerçekçi” bir çözümün, ayaklarını her şeyden önce ekonomiye ve iktisadi bağlara basıyor olması son derece anlaşılır. Karşılıklı bağ kurma ve eklemlenme vasıtasıyla adım adım tahkim edilecek ve farklı alanlara sirayet edecek iktisadi ilişkilerin, birbirinden büyük ölçüde kopuk yaşayan Kıbrıslı halklar arasında toplumsal bağlar kurması da elbette mümkün… Dahası, “adım adım çözüm” önerisi, çözümü elle tutulur, tahayyül edilebilir bir şeye dönüştürme potansiyeli de barındırıyor. En önemli yanlarından biri de bence bu…

“Adım adım çözüm” meselesi, bir perspektif öneriyor; yani buradan kalkarak gelişkin, detaylı, somut bir yol haritası çıkarmak mümkün. Merkezin solundaki federasyoncu siyaset açısındansa, yine bin bir umutla masaya dönüleceği ve sonra muhtemelen yeniden anlamsız bir motivasyonla masanın terk edileceği koşullarda, tercih ortada: “Çözümden önce” ve “çözümden sonra” ikiliği ile oradan buradan kopyalanan ve ayakları Kıbrıs’ın kuzeyine eğreti basan turizm politikalarını alt alta dizmekle vakit mi geçirilecek; yoksa bu bıkkınlık veren ve anlamsız düellolarla sarıp sarmalanmış döngüden, bizzat inisiyatif üstlenilerek mi çıkılacak? “Masa kuruldu/dağıldı” döngüsü içerisinde, masa ne zaman dağılsa iki taraftaki parti başkanları beraber fotoğraf çektirip barışa katkı yaptığını düşünmeye devam mı edecek; yoksa iki tarafın çözüm yanlısı siyasal odakları/partileri, ortak bir perspektifin ve ona dayalı politika geliştirme süreçlerinin dayanışma içindeki partnerleri mi olacak? “Kapsamlı çözüm” ısrarı, yavaş yavaş, tercihi ilkinden yana yapmak anlamına geliyor.

III.

Gelinen noktada, “kapsamlı çözüm” maalesef, bunu en çok savunanları, “çözümsüzlük durumunda ne yapmak lazım?” sorusuna “hapsediyor”. Yani “çözümden önce” ve “çözümden sonra” ikiliği, adım adım birbirinden izole şekilde düşünülen iki farklı sürece gönderme yapmaya başlıyor. CTP de, bu derginin sayfalarında defalarca eleştirilen Kudret Özersay’ın “çözüm olmazsa yolumuza bakarız” lafına gelmiş gibi görünüyor.

Oysa siyasetin çözüme dair bu “katı” ikilikten kurtarılması ve Kıbrıs’ın güneyi ve kuzeyi arasında kurulacak iktisadi bağların; nitelikli iş gücünün, yaratıcı emeğin, üretici kesimlerin ve bilhassa genç işsizlerin lehine olacak şekilde işe koşulması mümkün. Zaten aslında en başından beri konuşulan mesele de, federasyonu savunan parlamenter solun, politika (policy) üretirken nasıl bir tahayyüle yaslanacağı, bu tahayyülü hangi sosyal sınıfların ve toplum kesimlerinin paylaşacağı ve bunun etrafında kimlerin mobilize olacağı meselesi… Ve yazının basit önerisi de şu: HP’den farklı bir yerde saf tuttuğunu iddia edenler; örneğin “turizmde küçük güzeldir” demeden evvel, kuzeyde geliştirilecek turizm anlayışının, güneyle hem rekabet hem de iş birliği potansiyelini ne şekilde artıracağını hesaplamalı. Eş zamanlı olarak, geliştirilecek politikaların toplumsal dayanaklarının, hangi sosyal sınıflara hitap ettiğinin, kimin çıkarına olacağının belirgin biçimde ortaya koyulması gerekiyor. Özetin özeti şu: Eğer, “çözüm olmazsa yolumuza bakarız” denmiyorsa; politika geliştirilirken, statükoyla ve ikiye bölünmüşlükle mücadeleye matuf karşı-hegemonya stratejisinin toplumsal zemininin gözetilmesi, bu zemin üzerine kafa yorulması lazım. Çünkü Kıbrıs’ın kuzeyinde ne turizm sadece turizmdir, ne de üretim sadece üretim…


Kaynaklar

  1. Tzimitras, H. ve Hatay, M. (2016). The Need for Realism: Solving the Cyprus problem through linkage politics. Metnin tamamına şu adresten ulaşılabilir: https://www.brookings.edu/wp-content/uploads/2016/10/turkey_20161005_cyprus_problem.pdf

Dergiler Haberleri