2014’ün son yazısını şöyle bitirmiştim : “...umut ve değişim, Kıbrıs siyasetinin ana damarındaki tıkanıklık olan Kıbrıs sorunu üzerinden alternatif siyasi arayışları tanımlamak ve örgütlemekle mümkündür. Çünkü tekrar sonuç üretmez. Deneyimlediğimiz konuları geliştirmek ve zoru başarmak, umudun yeşereceği yeni alan olacaktır.” https://www.yeniduzen.com/Yazarlar/asim-akansoy/yuz-yuze-gelmek/5436
Kıbrıs sorununda yaşanan tıkanıklığın nedeni nedir ? Neden iki toplum ortak bir gelecek için yanyana gelebilme cesaretini yeterince gösteremiyor, sorunun çözümü için görüşmecilik yapan liderlerine yeterince baskı yapmıyor? Görüşme süreçlerini sorgulamıyor ?
Neden her iki toplum da, yaratılmış yapay toplumsal hikayelerin kurbanı olmuş durumda ?
İstenildiği kadar AB üyesi, tanınmış veya Türkiye’nin koruması altında olunmuş olsun; neden her iki toplum da kapanmış olduğu duygusal yapıyı kırıp, kendi kendisi ile yüzleşme süreci ile hem ötekini hem de kendini “gerçekten” tanıma yolunu açarak, uzlaşmaya ve barışmaya yönelmiyor?
Her iki toplum da on yıllar boyunca “Denktaş kültü”ne, Denktaş’ın ideolojik formasyonu üzerinden yarattığı “de facto-durum”a işaret etti. Bu “durum” üzerinden kendi siyasetini oluşturdu, kendini konumlandırdı. Denktaş karşıtlığı veya taraftarlığı üzerinden varoluş tarzını siyasetinin merkezi yaptı.
Peki, Denktaş’tan sonra yaşadıklarımız ?
2004 Annan referandumunda Kıbrıslı Rumların neden bu denli yüksek oranda “Hayır” oyu verdiğini Kıbrıslı Türkler anladı mı gerçekten? Bunu iyice, derinlemesine tartışıp, değerlendirdi mi? Birlikte yaşayacağımız insanların “Hayır”ı sadece dönemin liderinin veya liderlerinin verdiği işaretler üzerinden okunabilir mi? Eğer okunabilirse bu durumdan yani Kıbrıslı Rum siyasi liderleri ve geleneğinin halen aktif olarak devam ettiği günümüz koşullarında, dünün verilerinden nasıl sonuç çıkarmamız gerekir ?
2005-2010 arası dönemi de aynı hassasiyetle değerlendirmemiz gerekir kanısındayım. Özellikle Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rum sol hareketinin yönettiği bir buçuk yıllık yoğun müzakere sürecinin sonuçsuz kalmasını derinlemesine değerlendirdik mi? Değerlendirme cesaretini gösterdik mi? Toplumların siyasi tarihinde ender gerçekleşen bir fırsatın kazanıma dönüşememesinin analizi yapmamak her zaman önümüzde ciddi bir eksiklik, ardımızdaysa boşluk olarak duracaktır. Oysa yarın için sonuç alıcı bir irade beyanı ancak aynı tekrarı önlemekten geçmektedir. Kıbrıs sorununun çözümünü bugün hangi ölçütler üzerinden ileriye taşıyacağız? Kendi pratiğimizin değerlendirmesini yapabilme cesaretini gösterirsek yeni, özgün ve sonuç alıcı pratiklere kapı açabileceğimizi unutmamamız lazım.
Kıbrıs sorunu, milliyetçi açmazlar için yaratılan gizli planlar ve makimalist hedefler bir yana bırakılacak olursa, insani özden yalıtılmış bir mühendislik projesi olarak öngörüldüğü elli yıllık sürede başarısız deneyimlerin kurbanı olmuştur. Buradan toplumların, insanların barış istencini sorgulamak yerine, siyaset yapıcıların tarihsel rollerini, yöntemlerini ve siyasi anlayışlarını sorgulamak gerekmektedir.
Kıbrıs sorununun “ortak acılarını”, “ortak hatalarını”, sadece kendi gerçeğimizden hareketle değil, diğer toplumun da gerçeğini algılama süreçlerinde yer alıp, “Kıbrıs’ın insani boyutunu” önemsememiz, öne çıkarmamız gerekmez mi? Kanımca meselenin özü burada yatmaktadır.
Ayrılıkçı siyasetin yarattığı kültür dört bir yanımızı sarmış durumda. Adadaki statüko her gün kendi ayrılıkçı kültürünü yeniden üretiyor. Her gün, ayrılıkçı bir düzenin “çıkarlarımızı” çok daha iyi koruyacağına olan inanç ne yazık ki pekişiyor. Bu rejim, ya da statüko içerisine hapsolup, ne olduğu belli olmayan bir değişimi bu bulanık gölde gerçekleştirmeye inanıyorsak, yanılırız.
2500 yıl önce Herakleitos değişim nehirde olur, akan suda demişti. Nehirde yıkanmanın hem nehiri hem de kendini değiştirdiği ifade ederken, vurgusunu “nehir” üzerinde odaklamıştı. Sürekli akışın, dinamiğin olduğu bir olguya... Bu yüzden aynı nehire iki kez yıkanmak mümkün değil demişti. Dile kolay ikibin beş yüz yıl önce...
Akademisyen Mustafa Öngün Gazedda Kıbrıs sitesinde yayınladığı yazısında yeni bir paradigmaya olan ihtiyaca işaret ederek önemli saptamalar yapıyor. Kısa bir bölümünü dikkatinize getirmek istiyorum.
“Öncelikle, yeni paradigma Kıbrıs Sorununa ilişkin yaklaşımların farklı bir zemin üzerinden kurulmasını sağlamaktadır. Bu yeni oluşum çözüm isteyenler ve istemeyenler olarak değil, çözümün nasıl gerçekleşmesi gerektiği üzerinden şekillenmektedir. Bu açıdan baktığımızda yeni paradigmanın içerisinde iki farklı varsayımla karşılaşacağız. Birincisi çözümün sadece ve sadece liderler çerçevesinde ve müzakere masası başında gerçekleşebileceği varsayımıdır. İkincisi ise çözümün müzakere masası dışında (ve paralel olarak) tabandan desteklenecek süreçlerin devreye girmesi ile mümkün olacağı varsayımı – bu paralel süreçler içerisinde “hakikat komisyonu”, “Maraş’ın açılması”, futbol gibi birçok alanda toplumların yakınlaşması, sınır kapılarının sayısının artırılmasına benzer birçok unsur bulunmaktadır.
Birinci varsayımdan hareketle siyaset yapanlar uluslarası konjektürü gerektiğinden fazla ön planda tutmakta ve bu nedenle (neredeyse tamamen) bu aktörleri dengelemek üzerine kurulu bir siyaset izlemektedir. Uluslararası konjektürün uygun olmaması halinde Kıbrıs Sorunu’na herhangi bir çözüm bulunmayacağına inanmakta ve bu nedenle tabandan başlayacak paralel süreçlere gerçekten inanmamaktadır. Bu varsayıma bağlı olarak özellikle de Türkiye’ye karşı pasif ve tutuk bir siyasi çizgide durmakta, karşı duruş sergilemenin stratejik bir hata olduğunu düşünmektedir.
İkinci varsayımla siyaset yapanlar ise uluslararası konjektür kadar taban hareketlerinin de önemli olduğunu düşünmekte ve Kıbrıs Sorunu’nun çözümünün ancak bu tip hareketlerle mümkün olacağını varsaymaktadır. Farklı bir değişle, birinci grup, çözümün yukardan aşağıya gerçekleşeceğini düşünürken, ikinci grup, çözümün aşağıdan yukarıya doğru olacağına inanmaktadır. Tam da bu nedenle ikinci anlayış Türkiye devletini eleştirme, Maraş’ın açılması, hakikat komisyonu oluşturulması, dini mekanların aktive edilmesi, iki toplumlu oluşumların artırılması gibi konularda oldukça aktifken birinci anlayış bu konularda oldukça tutuk ve çoğu zaman da sessiz bir tavır sergilemektedir. Hatta bazı durumlarda taban hareketlerini destekleyenleri çözüm sürecini sabote etmekle de suçlayabilmektedir. Bu iki farklı anlayış son dönemlerde (ve özellikle) soldaki tartışmaları ve argümanları şekillendirecek kadar önemlidir ve giderek de daha önemli bir hal alacaktır.” http://www.gazeddakibris.com/mustafa-ongun-yazdi-kibris-sorununda-yeni-paradigmayi-anlamak/
* “Hergün bir yerden göçmek ne iyi/ Bulanmadan donmadan akmak ne hoş /Hergün bir yere konmak ne güzel /Bulanmadan donmadan akmak ne hoş / / Dünle beraber gitti cancağızım /Şimdi yeni şeyler söylemek lazım / Ne kadar söz varsa düne ait / Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.” Mevlana.