Yeni Kıbrıslı Türkleri anlamak

Yeni Kıbrıslı Türkleri anlamak


Mustafa Öngün
m.ongun85@gmail.com

Bir süredir Mağusa Gençlik Merkezi'nde aktif olarak yer alıyor olmam beni yeni kuşak gençlerin kim olduğu, gelecekten ne istedikleri, eskilerden ne anlamda farklı oldukları gibi sorular üzerine düşünmeye itti. Bu soruların, sadece toplumu anlamak için değil, aynı zamanda siyasetin geleceği için de önemli olduğunu düşünüyorum. Elbette ki bu sorulara verdiğim (veya vermeye çalıştığım) cevapları tek bir yazıya sığdırmam mümkün değil. Buna rağmen sizlerle bir özet paylaşmanın iyi olabileceğini düşünüyorum.

Foucault, “Bazı gerçeklerin banal olması onları daha az gerçek yapmaz” diyordu. Biz de gençleri bazı banal gerçeklerden başlayarak inceleyecek olursak, sanırım internet ve sosyal medyayla başlamalıyız. Bu olgunun örgütlenme ve ifade özgürlüğü gibi meselelerle ilişkisi defalarca dile getirilmesine rağmen, bu araçların bilgi ve otoriteyle olan ilişkimize nasıl bir yansıması olduğu pek de sorgulanmadı. Meselenin bu boyutunu incelemek bizi daha önce pek sözü edilmeyen bazı sonuçlara ulaştırabilir diye düşünüyorum.

Otorite, bilgi ve internet 

Eski kuşak için “baba”, “öğretmen”, “devlet adamı” gibi otorite figürleri ile bilgi arasında sıkı bir evlilik vardı diyebiliriz. Fakat internet kullanımının sosyal bir olgu olmasıyla birlikte bu evlilik sorunlar yaşamaya başladı. Bir zamanlar, her şeyi bilen “hoca”, “öğretmen” gibi otorite figürleri artık bilginin tek adresi olmaktan çıktı. Beğenenler olur veya olmaz, internetin yaygınlaşması sonucu bilginin yeni adresi “Google” oldu. Böylece internet öncesi dönemde bilgiyi elinde tutan siyaset, aile, hoca, Türkiye, devlet gibi otoritelerin bireylerle olan ilişkisi daha kolay sorgulanabilir hale geldi.

Occupy hareketi, Arap Baharı, Gezi gibi hareketlerin de gösterdiği gibi yeni kuşak gençlerin yaşanan değişimler sonucunda otoriteyi sorgulaması ve hatta öfkelenmesi çok daha kolay bir hal aldı. Bu sorgulamanın etkinliği veya efektifliği elbette ki tartışılırdır. Ancak bu olgunun yeni jenerasyon Kıbrıslı Türkler için de var olduğu tartışma kaldırmayacak kadar gerçektir. Benim görebildiğim kadarı ile - Lyotard’ın dilinde konuşacak olursak - bu gelişme Kıbrıslı Türk gençler arasında aynı zamanda geç yaşanmış bir post-modern durumun oluşmasına da vesile oldu. “Kıbrıs sorunu çözülmeden hiçbir şey düzelmez”, “Türkiye ne isterse o olur”, “Küçük ülkelerin kaderi budur”, “Bütün bunlar emperyalistlerin oyunları” gibi bir zamanlar oldukça anlamlı gözüken meta-anlatılar gençler arasında önemini yitirmeye başladı. Her şeyi açıklayan ve sorgulanması güç meta-anlatılar yerine spesifik alanları kapsayan, daha kolay sorgulanabilen ve erişimi kolay bilgiye dayalı anlatılar çok daha rahat kabul görmeye başladı. Sonuç olarak yeni kuşak Kıbrıslı Türkler için otorite figürleri bilginin tekeli olmaktan uzaklaşmış, bu otoriteye dayanarak ortaya atılan “büyük” kurtuluş senaryoları anlamını yitirmiştir.

Siyaset ve sivil toplum adına buradan önemli bir sonuç çıkarmak gerekir diye düşünüyorum: Yeni kuşağın ihtiyacı ve isteği otoritenin iznine tabi olmadan özne olabileceği, ses verebileceği ve bilgiyi paylaşabileceği sivil ve siyasi örgütlenmelerdir. Daha farklı bir değişle, katılımcılığı gerçek anlamda sağlayan örgütler yeni kuşakları yanlarına alacaktırlar. Katılımcılığın gerçek anlamda vuku bulamadığı yapılar ise artık yeni kuşak için cezbedici olmamakla birlikte itici ve soğuk kalacaktır.

Siyasi partilerdeki ve özellikle de CTP’deki değişime bu açıdan baktığımızda, yeni kuşağın farklılıklarını anlayamadığını göreceğiz. Örneğin, Talat’ın 25 maddelik temel ilkeler metni ile parti başkanlığına yeniden aday olmasına bu açıdan bakacak olursak, akla bazı sorular gelecektir: 25 maddelik temel ilkeler hangi katılımcı sürecin sonucunda üretilmiştir? Toplumun hangi katmanları ile istişare edilip ortaya çıkartılmıştır? Ortaya, yeni kuşakların kendini ifade edebileceği, benimseyebileceği, katkı sağlayacağı bir ilkeler bütünü çıkmış mıdır? Görünen o ki, değişimin altyapısı olması gereken 25 maddelik temel ilkeler, klasik anlamda bilgiyi elinde bulunduran otorite figürleri tarafından ortaya atılmıştır. Ancak toplumsal gerçekler bu figürlerin artık bilginin tek adresi olmadığını, öyleymiş gibi davranmaları durumunda ise yeni kuşağı kaybedeceklerini işaret etmektedir. Bu noktada şunu da söylemekte yarar vardır. Ortaya konulan ilkeler gerçekten de önemli, iyi düşünülmüş ve toparlayıcıdır. Ancak problem ilkelerin kendisinde değil, metnin oluşturulma aşamasında yeni kuşağın bilgi ve otorite ile olan ilişkisinin göz ardı edilmesidir. Bu nedenle de yeni kuşaklarda pek bir heyecan ve etki yaratmamıştır. Sözü geçen değişim öngörüsü CTP’nin kendi içerisinde bir takıp insanı etkilemiş ancak topluma ve özellikle de yeni kuşaklara ulaşamamıştır.

UBP ve DP’yi burada tamamen geçerek, TDP’nin tüzük yenilemeye gideceğini ancak bu yenilenme sürecinin katılımcı süreçleri nasıl devreye sokacağının henüz net olmadığını söylemekte yarar var. Kısacası yeni kuşağın bilgi ve otoriteyle olan ilişkisi radikal bir biçimde değişmiş ancak siyasi partiler bu değişimin, kendi örgütlenmeleri açısından ne anlama geldiğini pek de görebilmiş değildir. Değişimi daha iyi gören ve adapte olabilen örgütler ise genellikle sivil toplum alanında yer almaktadır diyebiliriz. Bunun nedeniyse sivil toplum alanında daha esnek, otoritenin bilgi sahibi olmaktan çok koordinasyon görevi üstlendiği yatay yapılanmalara rastlamaktır diyebiliriz. Özet olarak yeni kuşağın aradığı katılımcılığı sağlamak sivil toplumda daha mümkün hale gelmiştir diyebiliriz. 

Yeni kuşak, yeni korkular ve otorite

Korku ve güven duygusu insan hayatında oldukça önemli bir yere sahip olmasına rağmen, Antik Yunan düşüncesinden sonra psikolojiye hapsolmuş, toplumsal ve siyasi analizlerde pek de yer bulamamıştır. Özellikle de ekonomiye veya sınıfa dayalı açıklamalarda adeta unutulmuştur. Oysa belli bir grubu veya topluluğu anlamaya çalışırken korku ve güven duygusunu da anlamaya çalışmak oldukça önemlidir.

Yine banal gerçeklerden başlayacak olursak, bir önceki jenerasyon için onları yok etmek isteyen bir “düşman” varken, yeni kuşak için bu durum söz konusu değildir. Ayrıca eski kuşakta “düşmana” karşı koruyan bir “baba” (Denktaş) ve “ana” (Türkiye) varken yeni jenerasyon için bu pek de söz konusu değildir. “Bu, bilindik ama önemli bir değişimdir. Ancak bu durum korku ve güven duygusunun gençler için önemli olmadığı anlamına da gelmiyor. Tony Judt’un korkuya yönelik yaptığı tespit, yeni Kıbrıslı Türkler için de geçerlidir. Judt, bir korku çağına girdiğimizden söz eder: Kontrol edilemez bir hızla gerçekleşen değişim, işimizi kaybetme, eşit şekilde dağıtılmayan maddi kaynaklar nedeniyle diğerlerinden geride kalma ve sadece bizim değil siyasilerin bile kontrolü kendilerinden başka güçlere kaptırması karşısında yaşadığımız korkuların şekillendirdiği bir çağ (Judt, 2010). Yeni Kıbrıslı Türklerin çağı tam da bu korkularla donanmıştır. İşsiz kalma, kendi hayatımız üzerinde kontrolü kaybetme, fakirleşme gibi korkular düşman korkusunun yerini almış durumda. Dahası, bu korkuların "nihai kurtuluşa" dayalı meta-anlatılara inanan babacan siyasiler, yeni kuşak için mizah malzemesinden öteye de gidemiyor.

Kabul etmemiz gerekir ki, toplumumuzun en köklü örgütleri olan siyasi partiler ve sendikalar bu korkulara cevap verebilecek örgütsel yapıları ve programı geliştiremedi. Aynı şekilde bilgi ve otorite arasındaki yeni ilişkiyi anlayan ve bu ilişki üzerine kurulu katılımcı yapılar da geliştirilemedi. Kısacası, benim görebildiğim kadarıyla yeni Kıbrıslı Türklerin yukarıda anlatmaya çalıştığım özellikleri köklü örgütler tarafında ne yeterince anlaşıldı ne de bu özelliklere yönelik adımlar atıldı. Bunun sonucunda ise yeni Kıbrıslı Türkler ya apolitize oldu ya da sivil toplumun farklı alanların farklı örgütlenme biçimleri içerisinde yer almaya başladı. İşte bu banal gerçeklerden hareketle Kıbrıs’ın kuzeyinde siyasetin geleceğinin sivil toplumda başlayacak hareketlenmelere bağlı olacağını, yani umudun sivil toplum hareketlerinde olduğunu, söyleyebiliriz.

Dergiler Haberleri