Soğuk Savaş Dönemi’nin izlerini taşıyan o bildik filmlerde görmeye alıştığımız sahnelerdendi. Genellikle gece yarısı, rüzgârın beyaz pamuk yığını karları havalandırıp savurduğu, keskin bir ayazın ve ürpertici bir sessizliğin içten içe artan tuhaf bir gerilime neden olduğu ıssız bir vakitte, içinde karanlık yüzlü adamların yer aldığı arabalar, kararı önceden alınmış buluşmanın mekânı köprünün ucunda yerlerini alırlar ve bir süre hiç hareket etmeden beklerlerdi. Derken saatler kontrol edilir, vakit geldiğinde arabaların kapıları aynı anda açılarak o özel yolcular yine aynı anda bulundukları arabalardan inerlerdi. Tam bu sahnede kamera genellikle yavaş yavaş geriye çekilir, daha yukarıdan ve geniş bir açıdan, sanki her an patlayacak bir saatli bomba gibi duran köprüyü, iki ucunda yer alan arabaları, arabaların dışında bekleyen esrarengiz yolcuları, savrulup duran kar tozları ve loş ışıklarıyla onları bir an yanıp sönen parlak toplara çeviren köprü lambalarının rüzgârda sallanırken çıkardığı gıcırtılı sesleri, hep birlikte aynı karede buluştururdu. Sonra gecenin içinde hayalet gibi duran özel yolcular aynı anda harekete geçerler ve birbirlerine doğru yürümeye başlarlardı. Köprünün ortasına doğru yaklaşıldığında bu kez kamera da yukardan aşağıya doğru usulca inmeye başlar ve tam orta yerde, bölünmüş iki dünya arasındaki her şeyin sınırı olan o görünmez noktada, bir an için duran ve içinde bilinmez binbir soruyu ve duyguyu taşıyan donuk gözlerle birbirlerine bakan yolcuların yüzlerinde sabitlenir ve o bakışlar biz izleyicilere kaderi meçhûl bol çağrışımlı görsel bir imge olarak ısrarla sunulurdu. O bakışlar neler anlatırdı, ya da oturduğumuz yerde bütün bunları izleyen bizler o bakışlarda neler görürdük? Aklımızdan geçen ihtimaller zihnimizi kemirirken, görünür görünmez bekçileri ve gizli açık donanımlarıyla muhkem hale getirildiğine nedense emin olduğumuz köprü ortasında düğümlenen yürüyüş tekrar başlar ve biraz sonra her iki ucta bekleyen arabaların yanına varıldığında, en nihayet bu gerilimli yolculuk sona ererdi. Emaneti teslim edip bekledikleri kendi yolcularını alan arabalar, uğultusu giderek daha yakından duyulan telaşlı kar tozları, kırık gölgeler halinde uzamaya başlayan ölgün ışıklar ve eksozlarından homurtulu bir sesle püsküren kesif dumanın oluşturduğu sis perdesi altında hızlanarak biraz sonra gözden kaybolurlardı. Böylece hazırlıkları hanidir yapılan büyük takas gerçekleşmiş ve Soğuk Savaş Dönemi’nin o ünlü casus hikâyelerinden birisi daha bitmiş olurdu.
Şimdi artık geride, ıssızlığın kederli bir melodi halinde kat kat yükselmeye başladığı ağarmaya yüz tutan gece karanlığının içinde, adeta terkedilmiş bir ceset gibi bomboş köprü kalır ve sanki belleklerimizden yitip gitmemesi için bu irkiltici ve bir o kadar da doğurgan sahne öylece donmuş halde bir süre bekletilirdi. Köprü neyi ya da neleri simgeliyordu? Öncelikle ve sadece bölünmüş dünyamızın vazgeçilmez ve aşılmaz sınırı ve zalim hakikati miydi o? Kendi hayatlarımızın kavuşma yeri miydi, yoksa ayrılık durağı mıydı; nefretin ve kinin kasvetli buluşması mıydı, bağışlamanın ve sevginin sonsuzluğu muydu? İlla ki aşmamız gereken bir engel miydi, yoksa ömrümüzün anlamını belirleyen yol haritası mıydı? Özgürlüğün başladığı yer miydi köprüler, yoksa esarete doğru atılan adımların dar geçidi miydi? Büyük kahramanlıklarımızı yaşadığımız ve geçerken berhava ederek hayat bağlarımızı kopardığımız efsaneler miydi, büyük yenilgilerimizi yaşarken işgal edilmiş ruhlarımızın ve zihinlerimizin utancı mıydı? Gittiğimiz her yerin öncesinde bir köprü var mıydı, geçtiğimiz her yerin arkasında bir köprü kalıyor muydu? Her an bir başka köprüden geçiyor muyduk ve bir yenisinin daha varlığıyla yüzleşiyor muyduk biraz sonra?
Direniş ve teslim olma, kuşku ve inanç…
Köprüler..!!
Şiirlerin çağrışımları bol zengin imgeleri; resimlerin duygu ve düşünce seli halinde akan görsel mucizeleri ve dillerin birinden ötekine çoğalan doğurgan metaforları..! Kimi zaman yaratıcı gücümüzün dantel dantel örülen estetik abideleri ve alev alev yanan ruhumuzun güvenli sığınağı olurlar; kimi zaman tükenmiş bir saadet kadar uzak ve soğukturlar. Bireysel yaşamlarımızda hem hükmü kendi içinde saklı kader çizgilerimizin, hem gücü kendi zihnimizde ve ellerimizde şekillenen iradelerimizin yol üstündeki ara duraklarıdır onlar. Aynı anda güç ve güçsüzlüktürler; direniş ve teslim olmadırlar; başkaldırı ve tevekküldürler; kuşku ve inançtırlar; sevgi ve nefrettirler; dost ve düşmandırlar. Köprüler ruhlarımızı ve vicdanlarımızı yakacak kadar mistik ve metafiziktirler; bilinçlerimizi aydınlatacak kadar materyalist ve gerçektirler.
Kutsal kitabın kıldan ince kılıçtan keskin olarak tavsif ettiği ‘sırât-ı müstakim’, hani cennete doğru yolculuğumuzda üzerinden geçtiğimiz, altında her an bizleri yutmaya hazır azgın alevlerini üzerimize salıp duran cehennem ateşleriyle kâh sınandığımız, kâh yandığımız ve biz günahkâr kulların da ha devrildi ha devrilecek salınımlarla adımlamaya çalıştığımız o dar ve kırılgan köprünün adı değil mi? İnananları yaradana doğru götüren yol (tarîk) bu köprüden geçmiyor mu ve bütün ameller bu köprüde sorguya çekilip bu köprüde hükmü verilmiyor mu?
O köprüleri yıktığımız oranda
Bir ayrıcalık olarak sahip olduğumuz ömür geçip giderken onu kendi raslantısallığı içinde öylesine ve çılgınca tüketmek, iflah olmaz kurnazlık ve abartılı benmerkezcilik içinde altta kalanı hor görmek ya da yok saymak çıkarcılığı ve bencilliğiyle yaşamak yerine; insanlık adına yüce ideallerin egemen kılınmaya çalışıldığı anlam ve eylem dünyası olarak algılamak ve o macerada nefret yerine sevgiyi, düşmanlık yerine dostluğu, savaş yerine barışı, tek başına sahiplenmek yerine paylaşmayı, önce ve sonra insan demeyi ve bir bütün olarak insan(lık) için mücadele etmeyi onur ve erdem bilenler de bu zor yolculuklarında onları sürekli yeniden sınayan köprülerden geçmiyorlar mı?
Adı konmuş konmamış, görünen ya da görünmeyen bu köprüler ruhanî olanda müminin kendi nefsiyle hesaplaştığı yerler olması kadar, dünyevi olanda da bilinçlerimiz ve iradelerimizle hesaplaştığımız ve dahası başkaları ve ötekilerle bağ kurduğumuz önemli eşikler değiller mi? Boyun eğen kul günahlarının ve sevaplarının kefaretini orada ödediği gibi; sorgulayan ve baş kaldıran insan da bilincinin, erdeminin, düşünce ve eyleminin hesabını oralarda vermez mi? Ruhumuzda, vicdanımızda ve zihnimizde; inanma, anlama ve karar verme gücü, duygusu ve iradesi olarak yaşadığımız ve yaşamakla kalmayıp onu her an niteliksel bir dönüşüme uğratarak yoğun bir süreklilik olarak birbirimize aktardığımız insanlık maceramız ve mirasımız; gönüllerden gönüllere, yüreklerden yüreklere, bilinçlerden bilinçlere, ülkelerden ülkelere, eski zamanlardan yeni zamanlara kurduğumuz görünür-görünmez köprülerden geçerek bugünlere kadar ulaşmadı mı? O köprüleri daha fazla çoğaltıp daha da sağlamlaştırdıkça daha çok kendimizi ve birbirimizi tanımadık mı, anlamadık mı, daha çok insan olmadık mı; o köprüleri yıktığımız oranda birbirimizden uzaklaşıp daha zalim ve daha saldırgan hale gelmedik mi?
Ve nihayet zaman, geçip giden ama hiç bitmeyen zaman; sürekliliği, akıcılığı ve değişkenliği içinde ne, neden, niçin ve nasıl sorularının sorulduğu ve yanıtlarının arandığı kritik dönemeçlerde, muhayyel ya da gerçek hep köprülerden geçmiyor mu? Tam orada vicdanımızla ve bilincimizle, günahlarımız ve sevaplarımızla, geçmişimiz ve geleceğimizle, başarılarımız ve başarısızlıklarımızla, korkularımız ve umutlarımızla bir kez daha yüzleşmiyor muyuz? Ve yine orada yarın denen meçhûle doğru yol almaya hazırlanırken, tam da o tarihsel dönemeçte, yani bir zamandan bir başka zamana geçişin simgesel de olsa yaşandığı alev alev yanan o yerde kendimizden başlayarak, bütün insanlığa ve tüm dünyaya dair duygu ve düşünceler geliştirirken aslında bir köprüde değil miyiz?
Yarını ürkütücü, kaotik bir dünyanın eşiğindeyiz.
O yüzden şimdi, kendimizle başkaları ve ötekiler arasında diyaloğun, birbirini anlamanın, birlikte yaşamanın, daha çok paylaşmanın ve daha çok dayanışmanın zihinsel ve vicdani/ahlâkî zeminini oluşturacak, insanlığı bu zeminde buluşturacak yeni köprüler kurma zamanı.