Hakkı Yücel
yucelh@kibrisonline.com
Ahmet İnsel Birikim Dergisi’nde (Ağustos-Eylül, sayı:232-233, 2008) yer alan “Dünyanın Zenginleri ve Zenginliğin Şiddeti” başlıklı yazısında, Merrill Lynch finansal varlık yönetim şirketinin 2007 yılında yayımladığı “Dünya Zenginlik Raporu”ndan söz eder. Raporda zenginlik tanımı iki ölçü üzerinden yapılmış; malî varlığı 1 milyon dolardan fazla olanlar “zengin”, 30 milyon doları aşanlar ise “aşırı zengin” olarak nitelendirilmiştir. Buna göre 2007 yılında, 10.1 milyon kişinin mal varlığı 1 milyon doların üzerinde. Aşırı zenginlerin sayısı ise 103.000. Asıl ilginç olan ise 103.000 kişiden ibaret olan bu “aşırı zenginler”in dünya nüfusuna oranı ve dünya ölçeğinde mal varlıklarının kapsamı. “Aşırı zenginler”, söz konusu yıl itibarıyla dünya nüfusunun bir milyonda bir buçuğunu oluşturuyor. Mali varlıklarının toplam değeri ise 14 trilyon dolar. Bu rakam “Türkiye’nin de içinde bulunduğu ve takriben dünyada 5 milyar insanı kapsayan, orta ve düşük gelirli ülkelerin toplam GSTİH’nın % 70’ine denk bir miktar demek. Bu ülkelerde ise takriben 5 milyar kişi yaşıyor. Daha açık bir ifadeyle, 103.000 kişinin bir yılda paylaştığı gelirin dörtte üçüne eşit.” (İnsel, 2008) Bu tablo bir başka gerçeği daha açığa çıkarıyor. O da, yirminci yüzyıl sonu itibarıyla tek geçerli tarihsel sistem olarak zaferini ilân eden (neo)liberalizm’in, vaad ettiği umutları yerine getiremediği, bizatihî kendisinin bir sistem krizi yaşadığı gerçeğidir.
“Sınırsız eşitsizliğin” söz konusu olduğu ve nihayetinde (neo)liberalizmin eseri olan bu tablo, bugünün dünyasında, ‘eşitlik’i temel ilke olarak kabul eden solun, düşünce ve hareket olarak, evrensel ölçekte talep edilir bir sistem alternatifi olarak (yeniden) gündemde olduğunun da gerekçesidir. Bir farkla ki, eğer sol bugün talep edilebilir ve o talepleri karşılayacak bir alternatif olacaksa, bu artık yirminci yüzyıl sonu itibarıyla miadı dolan ve tarih sahnesinden çekilen eski sol olmayacaktır. Daha genel bir ifadeyle, yirminci yüzyılın sonu itibarıyla gelinen aşamada modern dönemin iki tarihsel sistemi, liberalizm ve sosyalizm, yürürlükteki biçimleri ve ideolojik kapsamlarıyla geçerliliklerini yitirmişlerdir. “Bildiğimiz Dünyanın Sonu”nda Wallerstein’ın (Immanuel Wallerstein, Bildiğimiz Dünyanın Sonu, Metis Yayınları, İstanbul, 2000) da vurguladığı gibi, sosyalizm karşısında zaferini ilân eden liberalizm, “sistemin içerdiği eşitsizlikleri ıslah edip keskin kutuplaşmaları azaltacağı vaadi”ni yerine getirememiştir. Her ne kadar liberal-kapitalist sistem, öngörülenin aksine, yaşadığı kriz dönemlerini hâlâ aşmayı başarıyor ve kısmî reformların sunduğu imkânlarla varlığını sürdürüyor olsa da, aynı zamanda ‘eşitsizlik’ de giderek daha da derinleşen, toplumsal gerilimleri artıran bir olgu olarak varlığını korumaktadır. Bu da insanlığın “daha adil bir dünya” ve “daha özgürlükçü bir toplum” talebiyle ters düşen bir durum arzetmektedir. Diğer yandan yirminci yüzyılın reel sosyalizmi ise, vaad ettiği eşitlikçi sistemi yaratırken ve bu yolda ciddi adımlar atarken, oluşturduğu otoriter-baskıcı rejimlerle özgürlük sorunu yarattığından, giderek bir çıkmaz içine girecek ve nihayet yürürlükteki haliyle ortadan kalkacaktır.
Buradan bakınca, modern dönemin iki tarihsel sisteminin, liberalizm ve sosyalizmin, mevcut halleriyle geçerliliklerini yitirdiklerini ve insanlığın, “daha adil bir dünya” ve “daha özgürlükçü bir toplum” inşa etmek adına, yeni bir ‘tarihsel sistem”e ihtiyaç duyduğunu söylemek mümkündür. Nitekim birikimleri ve deneyimleriyle yaşanan geçmiş süreci değerlendirdikten sonra Wallerstein, geleceğin bu yeni ‘tarihsel sistem’inin temel koordinatlarını belirlerken, “büyük ölçüde eşitlikçi ve büyük ölçüde demokratik bir sistem” olması gerektiğinin ısrarla altını çizmektedir.. Bunun gerekçelerini de şöyle ifade etmektedir: “Tarihsel bir sistem demokratik değilse eşitlikçi olamaz, çünkü demokratik olmayan bir sistem gücü eşitsiz bir biçimde dağıtan sistemdir ki bu da onun başka her şeyi de eşitsiz bir biçimde dağıtacağı anlamına gelir. Eşitlikçi olmadığında (ise) demokratik de olmayacaktır, çünkü eşitlikçi olmayan bir sistem, bazı insanların diğerlerinden daha fazla maddi imkâna, dolayısıyla da daha fazla siyasi güce sahip olacakları anlamına gelir.” (Wallerstein, s.12) Buradan çıkarılacak sonuç, yeni ‘tarihsel sistem’in olmazsa olmazlarının, özgürlükleri genişleten ve gözeten “demokratik”lik ve sosyal adaleti gözeten “eşitlikçilik” olduğudur. Eğer böylese, bu yeni sol adına kaçınılmaz olarak bir başka soruyu gündeme getirecektir: “Peki bütün bunlar nasıl gerçekleştirilecektir?” Kritik olan yer de galiba burası. Kritik, çünkü kestirmeden çok net bir karşılığı yok; Wallerstein’e kulak verilecek olursa, dahası tam da burada bir ‘belirsizlik’ söz konusu. Ancak o bu durumu ürkütücü bulmuyor. Tam aksine “belirsizliğin harika bir şey olduğu(nu) ve kesinliğin, gerçek olsaydı, ahlâken ölmek demek” olacağını söylüyor. Ve devam ediyor: “Gelecek hakkında kesin bilgiye sahip olsaydık, herhangi bir şey yapmaya yönelik ahlâki bir zorlama olmazdı. Bütün eylemler tayin edilmiş olan kesinlik içine düşeceği için, her türlü ihtirasın bağımlısı olmakta ve her türlü bencilliği yapmakta serbest olurduk. Eğer her şey belirsizse, o zaman gelecek yaratıcılığa, hem de sadece insanın değil, bütün doğanın yaratıcılığına açıktır. Olasılıklara, dolayısıyla daha iyi bir dünyaya açıktır.” (a.g.e, s.12)
Wallerstein’in yaptığı bu tespitlerden hareketle, bugün itibarıyla ideolojik-düşünsel ve siyasal-ekonomik anlamda çıkış arayan ve yeniden talep edilir bir alternatif olma çabası içinde olan solun da bu hususları -“demokratiklik” (özgürlükçülük) ve “eşitlikçilik”(adalet)- dikkate alması, olmazsa olmaz esaslar olarak kabul etmesi vazgeçilmez bir zorunluluktur. Kaldı ki bunlar solun ‘otantik’ değerleridir. Hal böyle olunca Gaile’nin bu sayıdaki dosya konusu olan “Sosyal adalet ve Sol” başlığının sol adına temel bir hususa parmak basıyor olmakla beraber, madalyonun sadece bir yüzünü işaret ettiğini hatırlatmakta yarar vardır. Bir başka ifadeyle “sosyal adalet” (eşitlik) temininin ancak eş zamanlı olarak demokratikleşmenin (özgürlüklerin) kökleşerek yaygınlaştırılması suretiyle mümkün olacağını itiraf etmek gerekecektir. Öyledir, çünkü sorunların hem görünür, hem temsil edilir, hem de tartışılabilir ve çözüm üretilebilir konuma gelmesi ancak böylesi demokratik-özgürlükçü bir ortamda gerçekleşebilecektir.
Bu noktada solun öncelikle, tarihsel birikim ve deneyimlerinden hareketle, hem ideoloji-düşünce olarak hem de siyasal-ekonomik hareket ve proje olarak, bugünün dünyasının gerçeklerini kuşatıp somut karşılıklar üretecek biçimde kendini yeniden inşa etmesi bir zorunluluk haline gelecektir. Marx’ın 11.tezine göndermede bulunulacak olursa, bu solun dünyayı “yeniden anlama/yorumlama” ve “onu değiştirme/dönüştürme” sorumluluğudur. İtiraf etmek gerekir ki, Adorno’nun yirminci yüzyıl ortalarında Marxizm’in yürürlükteki haline yönelik olarak yaptığı “ dünyayı değiştirme çabaları yenik düştü, şimdi bir kez daha anlamak gerekiyor onu” tespiti, solun yirminci yüzyıl sonundaki konumu için de geçerlidir. Bu da eski solun ortodoks sınıf bilinciyle mücehhez, konformist, indirgemeci, doktriner ve buyurgan, haliyle zihinsel darlığa neden olan ve sorunları da buradan çözmeye çalışan anlayışının, yeni solda yerini geniş toplumsal kesimleri kucaklamayı hedefleyen, yaşamın karmaşık dinamiğini, doktriner olmanın ötesinde, ucu açık düşünce ufkuyla anlamaya çalışan zihinsel genişliğe sahip, buyurgan değil tartışan ve sorunları da buradan çözmeye çalışan bir anlayışa bırakması demektir.
Olmazsa olmazları daha çok ‘özgürlük’ daha çok ‘demokrasi ve sosyal adaleti gözeten ‘eşitlikçilik’ olmak gereken bu yeni sol anlayışın, işte tam da burada (neo)liberalizminden farklılığını ortaya koyacak ve ona rağmen tercih edilmesini sağlayacak açılımları sergilemesi gerekecektir. Daha çok özgürlük ve demokrasi bağlamında yaratılacak önemli fark, (neo)liberalizmin ‘çoklu ortak kollektif ‘ çıkarları gözetmekten uzak, ‘birey’ esaslı ve bireysel çıkarları gözeten ve de büyük oranda “anti-politik” olan özgürlük anlayışının; yeni solda bireyin özgürlüklerini gözetirken, bunu ‘çoklu ortak kollektif’ çıkarlarla buluşturmak ve dahası ‘çoklu kollekif bir irade’ye dönüştürmek, yani ‘politik’ kılmak gibi bir anlayışa bırakmasıyla açığa çıkaracaktır. Önemli bir farktır bu, çünkü liberalizmde giderek artan, ama ortak toplumsal kaderin belirlenmesinde ‘çoklu kollektif iradi” güce dönüşmeyen bireyci özgürlük anlayışı, yeni solda bireysel özgürlükler artarken, aynı anda “çoklu kollektif irade” oluşturma gayreti içine de girileceğinden, son kertede bu irade “daha adil bir dünya” ve “daha özgürlükçü bir toplum” yaratma mücadelesinin de belirleyici gücü olabilecektir.
Sosyal adaleti gözeten ‘eşitlikçilik’ bağlamında fark ise: “Dünya Zenginlik Raporu”nda da görüldüğü üzere, (neo)liberalizmin kâr amaçlı, güçlü olanın kazandığı ve son kertede hayatın her alanında “sınırsız eşitsizlik” yaratan anlayışının, yeni solda sadece ekonomik alanda değil, hayatın her alanında “sosyal adaleti” gözeten bir rasyonaliteyi içeren anlayış haline dönüşmesiyle kendini belli edecektir. Bir başka ifadeyle solun ‘eşitlikçilik’ talebi, salt “özel mülkiyet versus kamu(devlet) mülkiyeti” dikotomisi ile sınırlı olmanın ötesinde, hayatın her alanında ‘sosyal adalet’i temin edecek açılımları sergileyecek bir dinamizmi ve yaratıcılığı içeren anlayışın ürünü olmak gerekecektir.
Modern dönemin iki tarihsel sisteminden sosyalizmin (sosyalist sistemin) ortadan kalkması, (neo)liberalizmin (liberal-kapitalist sistemin) ise derin açmazlar içinde olması, “daha adil bir dünya” ve “daha özgürlükçü bir toplum” mücadelesinde yeni bir ‘tarihsel sistemi’nin inşasını zorunlu kılmaktadır. Bu aşamada solun bir seçenek olup olmayacağı, bu yeni ‘tarihsel sistem’in olmazsa olmazlarını yerine getirdiği oranda mümkün olacaktır. O olmazsa olmazlar ise daha çok özgürlükle mücehhez ‘demokratiklik’ ve hayatın her alanında ‘sosyal adalet’i gözeten ‘eşitlikçilik’tir.