YENİDEN

Neşe Yaşın

 

Dönüşüm muhteşem olacak demiştim ara verirken yazdığım son yazıda. Bu yüzden bir türlü dönemedim belki de. Ocak’ta dönmek niyetindeyken Cenk’in ısrarıyla “Aralık” olsun diye söz vermiştim üstelik. Ocak da devrilmek üzereyken sonunda “Hadi ama nerede kaldın?“ diye sitem etti Cenk. Hani kendini eve kapatırsın da canın hiç dışarıya çıkmak istemez ve tam tersi alemlere açılırsın da evde durmak istemezsin ya… Biraz da bunun gibi benimkisi. Aslında içimden çok yazılar geçti bu dönemde; özellikle yalnızlık zamanlarımda kafamda afili cümleler yazıp durdum. Şimdi hepsini unuttum ama. Günümüzün görsel, düşünsel bombardımanı karşısında silici belleğin fazla mesai yaptığı aşikâr.

Öyle muhteşem bir dönüşe benzemiyor galiba bu. Daha çok da antrenmansız bir hal. Bir dilsizleşme sanki… Yine de bu “yeniden” durumunun müjdeli bir hoşluğu var. Bu bir başlangıç heyecanı değil de daha çok uzun bir yolculuktan sonra eve geri dönmek ya da eski sevgiliyle bir kez daha denemeye karar vermek gibi. Sizlerle bu pazar dertleşmelerini ya da zihnin dünya meseleleri üzerinde savruluşunu, zaman zaman gelen keyifli keşifleri özlemedim diyemem.

Uzunca bir seyahatten eve döndüğünde bir boşluk duygusu, bir ürküntü kaplar ya insanın içini; ev havasız kalmış, tozlanmıştır, eşyaların yalnızlıktan canı sıkılmış gibidir, susuz kalan saksı bitkileri boynunu bükmüştür. Gecenin bir vakti yorgun argın boş bir eve varmışsındır ve buzdolabında atmayı unuttuğun bir yiyecek, bozulmaya yüz tutmuş halde sana bakmaktadır. Geçmişte seninle çok vakit geçiren arkadaşlar senin yokluğunda başka bağlantılar kurmuş seni gözden çıkarmıştır. Bu ıssızlık duygusu içinde bavulunu bile açmadan yorgun, mahzun yatmaya gidersin.

Ertesi gün, daha yorgunluğunu atmadan hayatı yeniden düzenlemeye girişirsin. Market alışverişi, temizlik… Sonra biraz da çekinerek bir arkadaşını ararsın ve sesinde sevinçli bir tınıyla karşılık verip özlediğini söyler. Hemen buluşmak istemektedir ama başka programları vardır. Senin yokluğunda neler olmuştur neler.

Birkaç gündür ne yazsam, nasıl başlasam diye sancılanıp duruyordum. Öyle açılmamış bavullarla bekler haldeydim. İnsan o enerjiyi hemen bulamıyor ama bir kez buldu mu da hayat daha ileri bir noktadan başlıyor.

Çocukluğumda seyahatten gelen bavul hediye demekti benim için. Açılması için sabırsızlanırdım. Babam İstanbul’a giderken yere koyduğu bir karton üzerine ayaklarımızın kalıbını çıkarırdı ve o yılların en önemli ayakkabıcısı İnci’den pırıl pırıl ayakkabılarımız gelirdi. Bavulun “İstanbul kokusu” dediğim özel bir kokusu olurdu. Bir yenilik kokusu… Lokum, badem ezmesi ve annemin favorisi akide şekeri olmazsa olmazlardandı. Havaalanına kalabalık halinde karşılamaya gidilirdi. Hısım akraba, herkesin bir hediye beklentisi olurdu.

Son sıralar nedense yine çok düşünür oldum çocukluğu. İnsan yaralarının nedenini, hayatında tekrar edip duran motifleri anlamaya çalışırken çocukluğa dönüyor. Dün çocukluğumun geçtiği sokaklarda yürüdüm. Türkiyeli göçmenlerin gettosu haline gelmiş oralar. Bizler de 1963 göçmeniydik o mahallelerde yaşarken. Ne garip! Yeni zaman yoksulluğu üzerine düşündüm bir miktar. Evlerin önüne ayakkabılar bırakılmış, duvar diplerine gerilmiş iplerde rengarenk çamaşırlar.

Bir başlangıç olsun diye bu köşeye Ocak başı dönmeyi planlamıştım ama bu günler de hükümet kuruluşuyla filan başka türlü başlangıç günleri. Benim için ayrıca Üniversite’deki yeni dönemin başlangıcı ve kapıda da doğum günü ayım Şubat var.

Benim için yeni sayılacak bu dönemde yazılarım için de yeni bir format düşündüm ama uzun zaman sonra gelen bu yazıya kavramsal bir ukalalık haliyle başlamak istemedim doğrusu. Bu bir yeniden karşılaşma, dertleşme yazısı olsun istedim daha çok da.

Düşündüğüm format ise şu: Gündeme dair konulara direkt temas etmeden o konuların esin verdiği bir kavram üzerine elimden geldiğince sosyolojik, felsefi bazı çözümlemeler yazmak. Haftaya “yalan” üzerine yazmak istiyorum mesela. Gündem hızla değişmezse tabii.

Yeniden buradayım. Bavulumda sürprizler var ve açıp çıkaracağım yavaş yavaş. Özlemiş olan herkesi kucaklıyorum.