29 Haziran tarihinde gerçekleşecek olan Yerel Seçimlerin toplum gündeminde henüz belirleyici bir yer almadığını söylemek sanırım fazla yanlış olmaz. Bugüne dek yapılan yerel seçimlerde, siyasi partilerin önemli iddialar ve bu iddialara bağlı iletişim kampanyaları ile toplumun geleceğine dair ipuçları taşıyageldiğini gördük. Elbette, her seçim döneminin kendine özgü sosyal ortamı ve bu ortamı belirleyen aktörleri vardır. Bunların etkisi, gündemin şekillenmesiyle doğrudan ilgili bir konudur. Bunun yanında bölgesel projelerle insanların “ruhuna dokunan” , geniş vizyonla siyasetin “yaratıcılığını” sergileyen, evrensel vizyonla “hedef büyüten”, sorunların çözümünü geleceğe ötelemeyip, “çözüm merkezli” adımlara imza atan genişlikte bir siyasi söyleme henüz rastlamadık. Bundan sonraki süreçte şu ana kadar ortaya konan genel görüşlerin daha da bir somutlaşmasını bekliyoruz.
Siyaset, düşünce ve program işidir. Herhangi bir adayın, seçilmesi halinde ne yapacağını tanımlayan, ayakları yere basan, bir “dosya”sı ve “ekibi” olması gerekir. Proje dosyası ve güçlü ekibi olmayan bir adayın günümüzde pek bir inandırıcılığı olmaz...
Şu ana kadar adayların kişisel kapasiteleri dışında kendilerini farkettirecekleri özel bir duruşla karşılaşmamış olmanın çok farklı sebepleri vardır, ancak bu yazıda buna girmek istemiyorum.
Peki bu durumda geriye ne kalıyor...
Geriye, ne yazık ki tehlikeli bir görüntü kalıyor. O da siyaseten benzeşmedir. Siyaseten benzeşme demek, siyasetin kendini yok etmesi, anlamsızlaşması demektir. Siyasetin toplumla barışması ve kendini geliştirebilmesi için, farklı siyasi temsiliyetlerin kendi görüş ve düşüncelerini projesinde yansıtması gerekir. Aşırı derecede aday merkezli bir vizyon üzerinden siyaset yapmak veya siyasi hedefleri içeriksel değil, şekilsel bir anlayışla kazanılacak belediye başkanlığı sayısına indirgemek, siyaseten karşılığı olmayan bir düşüncenin ürünüdür.
Bu çerçevede siyasi partilerin hala yerel seçim manifestolarını yayınlamamaları da düşündürücüdür.
Bu noktada, iddiasız bir UBP, dağınık bir DP karşısında seçimlerde en avantajlı parti CTP’dir. Bu avantajın temel nedeni, CTP’nin Belediyecilikte deneyim sahibi başarılı adayları ve sağlam örgüt yapısıdır.
Son üç hafta kala seçim atmosferinde bir değişikliğin olma olasılığı oldukça zayıftır. Dolayısıyla bu ritimde giden seçimleri, proje, program, ekip, manifesto v.d olmadan, olası sonuçları üzerinde değerlendirme tavrı bana kalırsa oldukça dar bir anlayışın ürünüdür.
Seçimlerde kazanmak elbette çok önemlidir, ancak daha da önemli olan, değişim merkezli projelerle ve ben/biz yaparım olur değil , halkla birlikte yönetim anlayışıyla sonuç alabilmektir. Yani demokrasiyi tabana yaymaktır. Tabanda demokrasiyi inşa etmektir.
2 Nisan tarihli yazısında Sevgili Okan (Okan Dağlı), Gazedda Kıbrıs’daki köşe yazısında bakın ne yazmış:
“Demokrasi bir yerde artık merkezin yerelleştirilmesidir… Desantralizasyon da denen bu olgu, yani yerinden yönetim ve katılımcılığın artışı demokrasinin gelişme göstergelerinden birdir.
Halk kendini ilgilendiren konularda direk yönetimlere katılması, söz ve yetki sahibi olması gerçek demokrasilerin olmazsa olmazı haline gelmiştir.
Bu açıdan kendimize bakacak olursak belediyelerimiz ne kadar yerel yönetim olmuşlar, ne kadar yerinden yönetime taliptirler? Merkez, yerel ve yerinden yönetim konusunda herhangi bir reformu hayata geçirebiliyor mu?
Demokrasi şampiyonluğu yapılan ülkemizde sadece sandıklarda güvenli oy kullanma ve kazasız belasız bir süreç kastediliyor gibi… Halbuki gençlerin, kadınların, yeni yetişen dinamik insanların (yerel) yönetimlere/yönetmeye ne kadar layık görüldüğü, aday yapıldığı veya kazanıp yönetici olduğu konusunda dünyanın neresindeyiz?
Bu soruları uzatmak mümkün. Sadece mümkün olmayan bu sorulara olumlu cevaplar bulmaktır.
Maalesef demokrasi ve yerel yönetimler açısından kendimiz çalıp kendimiz söylemekteyiz!”