Uygar Erdim
uygarerdim@gmail.com
Her ne kadar bu kelimeler olumsuz bir anlam barındırıyorsa da, günümüzde hem bir gerçeklilik payı hem de pozitif bir içerik taşımaktadır. Bir insan nasıl yersiz, yurtsuz olur? Birincisi, ülkesinde savaş çıkıp başka bir yere isteksizce ama zorunlu olarak göç eden, ettirilen insanları kapsar. İkincisi, yaşadığı yerde umutsuzluğa kapılıp başka bir yerde şansını denemek isteyen insanları kapsar. Üçüncüsü ise, biraz daha spiritüel bir yaklaşımla, kendini tüm dünyanın vatandaşı olarak gören insanları kapsar. İlk ikisi negatif bir anlam taşırken üçüncü seçenek pozitiftir.
Yersiz, yurtsuz başlığını kullanmadan önce google’dan aynı başlığı bir araştırmak istedim. Araştırma sonucu elbette ki birçok sonuç çıktı ama içlerinden özellikle bir tanesi burada aktartılmaya değerdi. Çağımızın önemli düşünürlerinden Edward W. Said, aynı başlıkta 1999’da bir kitap yazmış. Yazar, uzun yıllar Amerika’da yaşamasına rağmen, çocukluğunun geçtiği Filistin, Lübnan ve Mısır’a nostaljik seyahatler düzenliyor. Kendi hayatının bir otobiyografisini yazıyor. Yazarken kendisi bile şaşırıyor. İngilizce mi daha iyi yazabilecek yoksa arapça mı yazabilecek diye. Kitabı yazma sebeplerinden biri de bu ikilik olduğunu vurguluyor ve sonuçta tam anlamyla kendini bir yere ait hissedemediği için böyle bir kitabı yazmayı düşünüyor. İnsanın kendini tanıma süreci hiçbir zaman bitmiyor. Daha ileriki bir tarihte, elbette Said’in yazdığı ‘Yersiz, Yurtsuz’ kitabı, Gaile kitaplığında da yerini alacaktır.
Günümüzde ‘yurtsuz’ kelimesi sanki gidecek yeri olmayan insanlar için değil de, her yere gidebilecek insanlar için kullanılmış bir sözcük halini almaya başladı. Bir insanın rızası dışında elbette başka bir yerde yaşamaya zorlanması kabul edilebilir birşey değildir ama başka bir açıdan baktığımızda aslında içerisinde gizli pozitif bir potansiyel taşıdığını görebiliriz. Artık sadece yaşadığı yere değil de dünyanın tümüne ait olduğu hissi güçlenmeye başlar. Bir insanın yaşadığı yerden bir süreliğine kopup başka bir ülkede yaşamadıkça belki bunu kolay kolay hissedemez. Bahsettiğim duygu kesinlikle sıla duygusu değildir. Elbette ki insan yaşadığı yere veya geçmişte yaşadığı şeylere özlem duyar. Yurt özlemi daha çok aidiyet duygusu ile ilgiliyken, yurtsuzluk durumunda aidiyetin sınırları esnemeye ve genişlemeye başlar. İnsan hiç gitmediği bir yeri özleyebilir mi? Almancada bunun için çok güzel bir sözcük var: “Fernweh”! Türkçe’ye en yalın haliyle uzaklara özlem diye çevrilmektedir. Tüm dünyaya kendini ait hissetmek muhtemelen böyle birşeydir. İnsan istediği kadar uzağa gitsin, hem doğduğu toprakları özleyebilir hem de daha gidemediği kısımları düşünerek bir hasret çeker. Benim kastettiğim yersizlik ve yurtsuzluk böyle birşeydir. Tüm yolculuklar insanın kendisini tanıması üzerinedir. Gerçekten de kendimizi sandığmız kadar iyi tanımıyoruzdur. Çünkü zaten tanımamız da mümkün değildir. İnsan karakteri ve ruhu, tamamlanmış somut bir madde değildir. O yüzden kendi kendimizi tanıdığımızı varsaymak bizi yeniliklere karşı kapalı tutabilir. Genelde insanlar kendini tanıdığını varsayarak başka insanlara yaklaşır. Daha önceki yazılarımda, bir film çıkış noktam olur ve genelde bu filmleri minimalizm ile bağlantılandırırdım. Çünkü minimal filmlerde mekan ve insan ilişkisi birçok ilişkinin ve içeriğin önüne geçmektedir. Karakterler genelde, gitmekle kalmak arasında sıkışmıştırlar. Ne gidenler gittikleri yerde, ne kalanlar kaldıkları yerde aradıkları huzuru bulamamışlardır. Yersizlik ve yurtsuzluk kavramları belki buna örnek olarak gösterilebilir. Ancak benim üzerimde durduğum yurtsuzluk hissi daha çok pozitif bir anlam taşımaktadır. Farklı ülkelere gidip, farklı insanlar tanıma şansına eriştim. Mesela, hiç bir yabancıya içinizi döktüğünüz oldu mu? Ya da size bir yabancının içini döktüğü oldu mu? İlk defa tanışmışsınızdır ama ona söyleyebilecek çok şeyiniz olduğunu hissedersiniz. Bu, güzel bir duygudur. İnsanın hiç tanımadığı birisine dertlerini anlatması veya içini dökmesi onu yenilendirir. İki dakika için veya iki saat için, dünya sizi oraya rastgele, yenile tanıştığınız insanla konuşmak için yönlendirmiştir. Elbette ki, sadece bir tesadüf demek de demek mümkündür. Neyden tam oalrak eminiz ki? Yersizlik, yurtsuzluk da döyle birşeydir. Emin olmadan, plana kendini kaptırmadan, nerede olursa olsun, yaşayabilmek…
Ben bu duyguyu yoğun bir şekilde başka bir ülkede bir süreliğine yaşamaya gittiğimde hissettim. Bu, yurt özlemi değildi. Başka topraklara ve dünyayı tanımaya yönelik bir özlemdi. Bu, sürekli seyahate çıkma isteği veya turistik tatillerin olacağı bir düş değildi. Bu; hiç bilmediğin yerlere ve insanlara dair önceden görülen ama yaşanmayan bir düştü. İçinde, doğup büyüdüğüm topraklar da vardı, hiç gidip görmediğim yerler de vardı. Konuyla ilgili düşüncelerimi desteklemesi için buraya kısa bir anımı yazıyorum. Bir gün, Floransa’da Ponte Vechhio’ya bakarak bir taraftan not alıyordum bir taraftan da yeni seyahatlerin olasılığını düşünüyordum. Hem anın tadını çıkarıyordum hem de Sait Faik Abasıyanık’ın dediği gibi; içim seyahatlar çekiyordu. Aklıma yine arasıra olduğu gibi Peru geldi. Telefondan sadece öylesine bilet fiyatlarına ve kalacak yerlere baktım. Biraz daha orada oyalandıktan, o güzel manzarayı içime sindirdikten sonra gitmeye hazırlanırken bir turist kadın gelip az İtalyancasıyla benden fotoğrafını çekmemi rica etti. Aksanından İspanyol olduğunu tahmin ettim çünkü Floransa’da çok sayıda İspanyol bulunuyordu ve en az ingilizce kadar yaygın kullanılan bir dildir. Fotoğrafını çektikten sonra ona ‘İspanya’dan mı geliyorsunuz’ diye sordum. O da ‘Hayır, Peru’dan geliyorum’ diye cevap verdi. Bir an durakladım ve sadece gülümsedim. O da merak edip ‘ne oldu’ diye sorunca ona sadece iki dakika önce Peru’yu araştırdığımı ve Macchu Picchu’nun fotoğraflarına baktığımı söyledim. Adı Lorenza idi. O da benim nereli olduğumu sordu. ‘Kıbrıs’ dedim. İlk defa duymuştu. Bazen insan mekana gidemez ama mekan insanı çağırır. Bu da onun bir örneğiydi. İki hafta kadar sonra bana Lorenza’dan bir mail geldi. Roma havaalanında başka bir Kıbrıslı ile tanışmış ve ayaküstü sohbet etmişler. Biraz araştırma yapmış ve Kıbrıs’la ilgili bir kaynakta ‘tanrıların adası’ ifadesine rastlamış. Ben de ona ‘Evet’ dedim. “Maalesef Kıbrıs’ı her fetheden kendini tanrı sanıyor”. Egosu olan bir tanrıyı düşünemiyorum bile. Tanrı –eğer varsa- bence tamamen sonsuz bir alçakgönüllülükten ibarettir.
Kıbrıs’ta büyüyen bizlerin ilginçtir ki yersizlik, yurtsuzluk konusunda her kategoriye girme potansiyeli vardır. Vaktiyle insanlar savaş yüzünden göç etmişti. Şimdi ise göç etmeyip yerinde kalıp kendilerince bir sistem oluşturan neslin miras bıraktığı sistemsizlik yüzünden sürekli göç etmeyi düşünen başka bir nesil var. İnsan yavaş yavaş, yaşadığı yere olan inancını kaybettikçe ilgi alanı dünyanın geri kalan bölgelerine kaymaya başlar. Göç eden insan, bir noktada muazzam bir özgürlüğe kavuşur. Kim bilir kaç insan, doğup büyüdüğü topraklarda hayallerinin ağırlığı altında ezilmiştir? Herhangi bir milletin gururunu taşıyacağız diye tüm dünyanın yaralanmasına müsade ediyoruz. Bu bağlamda yersiz, yurtsuz olmak güzel birşeydir. Eğer bir insan kendini barışa adamışsa, gittiği her yerde barışı korumak ister. Bizim yaşadığımız yer olan Kıbrıs’ta da bu anlayışla gelen bir barışa ihtiyacımız vardır. Bir gün bizimde kendi isteğimiz ve rızamız dışında başka topraklarda yaşama olasılığımız vardır. Yaşadığımız coğrafyada pozitif bir enerji içerisinde ve ruh halinde kalmak zor. Bir gün, Kıbrıs’tan uzakta gün batımını izlerken aklıma bunlar geliyor. Bir anımız iyi, bir anımız kötü olabilir. Dünya ikisine de olasılık tanıyor. Kendimi illa ki, değiştirmesi zor bir düzene geri dönmek zorunda –ki bu bir zorunluluk değil- olduğumu düşününce içimde bir ağırlık oluşuyor. Kendi ülkesinden zorla koparılan mülteci ve sığınmacılar içinse durum daha farklıdır. Onlar hem kendi ülkelerine hem de –eğer varsa idi- güzel geçmişlerine dönmek istiyorlar. Düşündüğüm zaman, çok da farkımız yok. Yine de insanın istediği her yerde yaşama hakkı olmalı. Kimse geri dönmek zorunda değil. Kimse kaçmak zorunda da değil. Olmamalı. İçimizdeki yersiz ve yurtsuz ruh, bizi tüm bu zorlu durumlara karşı koruyacak tek dayanağımızdır diye düşünüyorum. O ki, dünyayı tanımaya ve kendini tanımaya gelmiştir. Ya da bir farklılık yaratmaya…
“Her adımınızla dünyayı öpermiş gibi yürüyün”
Tich Nach Nach
Fotoğraf: Uygar Erdim