Akdeniz’in mavisinde yeni bir gündü...
Kekik kokmuyor bu kez...
Asfaltın çatlağından başını uzatan azganın tortusu vardı ciğerlerimize karışan...
Bir ‘kan’ kokusu geliyordu nefesime, bölünmüş başşehrin surlarından yükselerek, Beşparmaklara doğru...
Damağında olsa tükürürdün...
Parmağından damlasa tütün basardın üzerine...
Değildi hiçbiri...
Havaya karışmıştı bir toz zerresi gibi...
***
‘Cinayet Saati’ni anlatırken Attila İlhan, “Yemyeşil bir ay gökte dağılıyordu” der ya...
‘Uzi’ye dokunmuş parmağı nasırlı tetikçi kim bilir neredeydi şimdi...
Nerede dağılmıştı...
Oysa ‘azmettirici’ bir göz sanki bize bakıyordu...
Ve biz ‘adalı’ düşlerimizle ufalanıp duruyorduk köhne yalnızlığımızda...
Ne ‘ kör bir kayıkçı’ vardı cinayeti gören, ne de duyan kulaklar...
Yine de...
‘Cinayet’ kokusu vardı, günün içinde gizlenen...
Ve biz diyemiyorduk dahi, “ne yüzle...”
***
Duvarda asılı fotoğrafa baktım...
Siyah beyaz...
‘Susmayacağız’ yazıyordu devasa pankartta...
Pankarttan küçük ‘biz’ler yürüyorduk sokakta...
İncecik insanlar...
Girne Kapısı’ndan Kuğulu Park’a...
‘Uzi’ soğuğunda geçiyordu seneler...
‘Sis’li bir gecenin karanlığında parçalanmış bir beden, geriye düşler bırakıyordu ve fikirler...
‘Kör’lenmiş bileklerimizden satırlar dökülüyordu beyaz sayfalara...
Tarih kitapları ‘kendi bildiğini’ yazıyordu sadece...
Ezberleyenler unutuyordu...
Yalan yalana ekleniyordu durmadan...
***
Gün doğdu...
Gün battı...
‘Kan’ kokusu kaldı...
“Ne yüzle” diyemedik...
‘Kör bir kayıkçı’nın sandalı gibi salındık durduk ‘adalı’ düşlerimizle...
Yemyeşil bir ay dağıldı gökyüzünde...