1956… Mısır’da başkan Nasır… Ülkesini toparlamak ve ekonomiyi kalkındırmak istiyor, bu amaçla Aswan Barajı’na kalkıştı; parası yok, kredi gerek… İngiltere ve Fransa engel çıkarınca Nasır da, İngiliz ve Fransız Süveyş Kanal İşletmesini kamulaştırdı… Ortalık karıştı, Sovyetler Birliği Nasır’ı destekliyor, ABD Aswan Barajı’na karşı ama Süveyş krizinde İngiliz ve Fransızlara da destek vermiyor.
Anthony Eden başkanlığındaki Birleşik Krallık hükümeti durumu kabullensin mi, yoksa savaşsın mı karar vermek üzere konuyu parlamentoya getiriyor. Kararsızlık var… Konu Lordlar Kamarası’na geldiğinde, yaşlı bir lord, ‘üzerinde güneş batmayan Büyük Britanya İmparatorluğu’ şövenizmi ve galeyanı ile Nasır’a pabuç bırakmayacakları nutkunu çeker, bir kısım üyeyi tahrik eder, bir kısmını da milli duygularla sindirir. Akıllar tutulur, Birleşik Krallık ve Fransız orduları Mısır ordusu ile savaşa tutuşur ve yenilir; İngiliz Başbakan istifa eder, siyasi hayatı biter… Lord, Lordlar Kamarası’nda göreve devam eder, hiç de utancına boğulmamış; onun için kendi hayatı aynen devam ediyordu…
1876… Abdülhamit Osmanlı İmparatorluğu tahtına çıkar. Durumlar iyi değil, mali borçlar paçalardan akar… Balkanlarda durum karışık, küçük etnik gruplarla kocaman Osmanlı ordusu baş edemiyor. Arkalarında Rusya var ve o da Osmanlı’ya savaş açacak gibi… Abdülhamit savaş istemiyor, diplomasiyle çözmek, anlaşmak ve kredi bularak mali durumu toparlamak istiyor. Hükümetin önde gelenleri, sadrazam Mithat Paşa, serasker Redif Paşa, Adliye Nazırı Damat Mahmut Paşa savaşa hazır ve kışkırtıyorlar… Abdülhamit onların bu tavrını aşabilmek için hükümetle birlikte akil insanları, yani ‘danışman’ları topluyor… Durum değerlendirmesi yapıyorlar ve Abdülhamit duruma hakim… Ama danışmanlardan biri bir konuşur, pir konuşur… Orta Asya’dan Anadolu’ya 400 atlı ile gelmişler, 400 atlı kalana kadar savaşacaklarmış… Durum değişir… Akıllar tutulur, Osmanlı savaşa tutuşur… Yenilir… 1878’de, Kıbrıs’ın da İngilizlere kiralandığı Berlin Konferansı yapılır, imparatorluk özellikle Balkanlarda darmadağın, paramparça olur… Tarih çanağı Abdülhamit’in başında kırar… Abdülhamit de diğerlerinin… Mithat Paşa defalarca sadrazamlık yapar ama sonunda Taif’te sürgünde boğdurularak öldürülür… Redif Paşa seraskerlikte azledilir, sürgüne gönderildiği Rodos’ta 25 yıl yaşar ve sürgünde ölür… Damat Mahmut Paşa nazırlıktan azledilir, padişaha muhalif olur, Fransa’ya kaçar, oğlu Prens Sabahattin ile Jön Türkler’e katılır, liderleri olur, fırtınalı siyasi yaşamında kayda değer bir başarısı olmaz, Brüksel’de hastalıktan vefat eder.
2017… Kıbrıs sorunu… BM ölçütlerinde çözüm için doğrudan ve dolaylı taraflar arasında görüşmeler ağır – aksak, düşe - kalka gidiyor… Beklenti, sorunun çözüleceği yönünde, ne kadar sürede olacağı belirsiz ama kısa sürede olması gayretleri var… Sona doğru gidiyor yani ama uzakta olmadığı sanılan son durak henüz daha görünmedi. Milliyetçi duygular durmadan mayalanıyor, milletin ayranı kabartılmaya çalışılıyor ama nafile; ne hamur, ne de ayran bir türlü kabarmıyor… Bu nedenle Kıbrıslı Türklerin kendi içindeki, kendilerine göre milliyetçi, halkın çoğunluğuna göre statükocu olan kesimler her türlüsünden medya mecrasında durmadan ‘Türk’lük pompalıyor… Tutmadıkça da nerdeyse kendilerini paralayacaklar, sözsel saldırganlıklarını artırıyorlar…
Ve imdatlarına TC Cumhurbaşkanı’nın başdanışmanı Yiğit Bulut yetişti… Abdülhamit’in danışmanı gibi… Bir konuştu, pir konuştu: “Şehit kanlarıyla sulayarak Kıbrıs’ı geri aldık. Almak isteyen varsa şehit kanlarıyla sulanmış Kıbrıs’ı, her santimetrekaresini kanla aldık, her santimetrekaresini kanla veririz - Masa oyunlarıyla vermeyiz - Türkiye’nin kandırılarak bir noktaya getirileceğini düşünenler ancak kendilerini kandırırlar - KKTC’nin AB içine katılarak … Akdeniz’deki Türk varlığının, İngiliz AB hegemonyasına teslim edilmesi kabul edilemez…” Kan kokuyor sözleri… Korkusu yok… Ne kendinin, ne de kendi yakınlarının damla kanı dökülmeyecek ya, ne halse bu gibilerinin hiç birinin ve dahi yakınlarının burnu bile kanamıyor ya, gerisi isterse oluk-oluk aksın… Osmanlı paşası gibi…
Yiğit Bulut konuştu ya, zikri kendi fikri miydi, başkasının fikri miydi belli değil… TC Cumhurbaşkanı Erdoğan pek öyle başkalarının fikirlerine itibar eder gibi değil, kendi fikrini de dümdüz söyleyen bir siyasi… Erdoğan’ın, başdanışman Yiğit Bulut’un aklına ihtiyaç duyacağı pek kabil değil, duyarsa da vay Türkiye’nin haline…
Evet, Yiğit Bulut konuştu ve Kıbrıslı Türklerin canını iyicene sıktı; Kıbrıslı Türkler için Türkiye başka ve kötü bir konuma girdi… Statükocular da sahip çıkmadı kendisine, üstüne üstlük siyasi akrabası sayılacak kesimlerden kendisine Kur’an ayetlerinden ders anlatmaya çalışanlar var… Şimdi bir referandum olsa, “evet” oyu herhalde tavan yapar; Türkiye’nin garantörlüğü için ayrı referandum yapılsa, orda da “Hayır” tavan yapar…
Yiğit Bulut konuşsun, daha konuşsun, çok konuşsun; içinde ne varsa döksün ortaya… Heyecanlı oluyor… Hanya – Konya belli oluyor… Müezzinle birlikte görev yapsın, müezzin beş vakit ezan okusun, ardından da Yiğit Bulut beş vakit Kıbrıs’la ilgili düşüncelerini paylaşsın… O konuştukça “Evet”ciler artıyor; Akıncı’nın ve çözüm güçlerinin “Evet”e ikna edemediği Kıbrıslı Türkler onun yüzünden “Evet”ci oluyor.
Ancak, Yiğit Bulut bu bağlamda kalsın, dursun; ileri gidip de, İngiliz lordu ve Osmanlı paşası danışman örnekleri gibi hasar vermesin Türkiye’ye…