Yılmaz Akgünlü
Bilim ve din birbirleriyle çok anlaşamayan zıt kurumlar olarak görülür. Bilim insan aklını önplana alarak, bilgiye nesnel yöntemlerle ulaşılabileceğini vurgularken, din ise akıldan çok inanç ve sezgiye dayalı olan içsel bilgiye dayalıdır, ya da öyle olması beklenir. Ancak uygulamada öyle değildir. Her iki kurum da kendilerini yansıttıkları gibi değildir, hatta tam tersidir. Bilim aklı bir inanç nesnesi haline getirmiş ve din haline gelmiştir. Din ise kişiselliğini, içselliğini yitirmiş ve dünyevileşmiştir. Bilim ve din gerçekten ayrı alanlar mıdır? Gerçek özlerinde birbirlerinden ayrılabilirler mi? Amacı gerçeğe ulaşmak ve insan yaşamını iyileştirmekse birbirleriyle uyum içinde olmaları ve ortak bir temelden hareket etmeleri gerekmez mi? Modern insanın içinde bulunduğu durumun bir özetini yapıp, durumun bilim ve dinden kaynaklanan boyutlarına biz göz atalım.
Modern insan kendisini gitgide daha artan bir şekilde tekdüze bir dünyada bulmaktadır. Tüketilen ürünlerin, insanların, etkinliklerin ya da çevrelerin sayısal olarak artması bu tekdüzeliği azaltmamaktadır. Bunun neden tüm bunların birbirine özde daha çok benzer hale gelmeye başlamasıdır. Örneğin, artık farklı ülkelere gitme olanağımız artsa da, gittiğimiz ülkelerde özgün kültürler bulmamız pek de mümkün olmamaktadır. Bilimsel kitapların sayısı artmış olabilir, ancak bu kitapların yazarları birbirine o kadar benzer bir tarzda olaylara yaklaşmakta ve konuşma tonları o kadar benzemektedir ki, tüm bu kitapları neredeyse tek bir kişi yazmış gibi duyulmaktadır. Cesur ve kendine özgü olabilen bireylere rastlamak zorlaşmakta, kendi kültürünü koruyabilmiş ülkeler parmakla gösterilmektedir. Farklı fikirler ve yaşantı biçimleri var gibi görünse de bu kişi ve yaşamlarının birbirinden ne kadar farklı olduğu tartışılır.
Bütün bu benzeşmenin en önemli nedenlerinden biri de sanırım bilim, eğitim ve din kurumlarının içinde bulundukları tektipleşme eğilimidir. Bilimin, dinin ve eğitimin yöntemleri insanların özgün üretimler yapmalarına ve gerçek duygu ve düşüncelerini ifade etmelerine olanak vermeyen bir yapıya bürünmüştür. Aslında tarihsel olarak bakıldığında da bütün bu kurumların güç odaklarının elinde olduğu görülebilir. Gerek din gerekse bilim yüzyıllardır devletin ya da statükonun yönetme araçlarındandır ve de aynı zamanda güç kazanmak için kullanılan araçlardır.
Gerçekte din ve bilim, toplumların var olması ve toplumun kendi içinde bütünleşmesinde her zaman önemli roller oynamıştırlar. Örneğin Hristiyanlık olmasa Batı uygarlığından söz etmek mümkün olmayabilirdi. Bütün Batı uygarlığını yüzyıllarca bütünleştiren en önemli unsur din olmuştur. Ancak yönetilen, nesneleştirilen, tek gerçek olarak empoze edilen bir din ve bilim anlayışı huzur, uyum ve esenlik sağlamak yerine kargaşa, bölünme ve savaş için araçlar haline gelmişlerdir. Aynı Batı uygarlığının dinsel nedenlerle savaşması, başka dinlere ve onların mensuplarına karşı önyargı ve kinin oluşturulması da gene dinsel bahanelerle olabilmiştir.
Din geçtiğimiz yüzyıllarda yerini giderek bilime bırakarak gücünü bir ölçüde kaybetse de bazı insanlar için bilimin cevap bulamadığı, iş göremediği alanlarda güç ve söz sahibi olmaya devam etmektedir. Bilim ve felsefe sürekli olarak bu alanı daraltmaya çalışsalar da, “bilgi”ye ilişkin temel boşluk sürmektedir. O temel boşluk insanların, varoluşun nedeni ya da ölünce ne olacağı hakkındaki sorularla beslenmektedir.
Bu boşluğun sürmesinin iki temel nedeni vardır. Birincisi bilim adamlarının kendileri bile evrenin nasıl oluştuğunu inceleyebileceklerini ama onun nedeni ve anlamını araştıramayacaklarını kabul etmektedirler. İkincisi ise insanların yaşamın en temel anlamı ve nasıl mutlu yaşayacaklarıyla ilgili sorularının ancak kişisel deneyimlerle çözümlenecek gibi görünmesidir. İnsanlar özgürce hissetmeyi ve düşünmeyi severler ve bu nedenle yaşam anlamlarının ne olduğu konusunu da kendileri keşfetmeye isteklidirler. Kendi bireyselliğini korumak isteyen hiç kimse yaşamındaki en önemli değerleri başkalarından ödünç almayı yeterli bulmaz. Ayrıca bu değerleri ödünç almak ya da kopyalamak zaten uzun soluklu ve sağlam bir temel oluşturmaz.
İnsanlık tarihi boyunca sürekli bir bölünme, ayrımlaşma ve dağılma eğilimi göstermektedir. Diller, dinler, yaşam biçimleri artmaktadır. Bu ayrımlaşma çoğulculuk anlamında iyi, ancak kutuplaşma anlamında yıkıcı etkiler doğurmaktadır. Çoğulculuğu kutuplaşma olarak yorumlamak aslında bizim algılama biçimimizle ilgilidir. Farklı din ve kültürleri insanlığın farklı renkleri olarak görmek yerine onları düşmanlığın nedenleri olarak algılayabiliriz. Bizden ayrı düşünen ve yaşayan insanları yargılamak yerine onları düşünce ve yaşam dünyamızı geliştiren unsurlar olarak görebiliriz. Farklılaşma ve çeşitlilik bir ekosistemin sağlıklı bir şekilde sürmesi açısından ne kadar gerekliyse insanlık açısından da aynı şey geçerli gibi görünüyor.
Akla Veda
Paul Feyerabend Akla Veda adlı kitabında bilimin rolünü sorguluyor ve bilim karşıtı olmaktan çok bilimi ve aklı özgürleştirmeye çalışıyor. Akıl derken kastettiği şeyin büyük harfle Akıl, yani Batı bilimi tarafından kabul edilip en üstün gerçeklik haline getirilmiş akıl yürütme biçimi olduğunu vurguluyor. Kitabında Aklın nasıl ilkel diye aşağılanan uygarlıkları yok etmekte kullanıldığını da gözler önüne seriyor.
Ancak yaygın Batı biliminin bu tavrına karşın evrenin ne olduğuna ilişkin sorumuz ve cevabımız ya da daha genel bir ifadeyle “yaşam ve düşünme biçimimiz” insan sayısı kadar farklılık gösterebilmektedir. Açık olarak gözlemleyebildiğimiz bir şey varsa, o da evrenin sınırsız sayıda çeşitli biçimler aldığıdır. Evrenin kaynağı hakkında da farklı görüşler vardır. Kimi insanlar onda “aşkın” ve yüce bir anlam bulurken, kimileri de evrenin salt bir rastlantı sonucu oluştuğunu ve yüce bir anlamı olmadığını düşünme eğilimindedirler. Çok çeşitli şekillerde evreni algılamak mümkün görünmekte, ancak gerçekten evrenle ilgili algı ve düşüncelerimiz gereğince özgür müdür?
Dinin ya da bilimin nasıl düşünmemiz gerektiği konusundaki kurumsal dayatmalarını kabullenmeyi seçmediğimizde, evrenin anlamına ve kaynağına ilişkin görüşlerimiz ya da algımızda daha yaratıcı ve özgür bir hale gelebilir. Her birine saygı duymak kaydıyla birçok farklı tavırdan bahsedebiliriz, bu tavırlar bu konuyla hiç ilgilenmemekten, onda kesin ve değişmez bir anlam bulmaya kadar değişebilir. Örneğin bebekler, çocuklar ya da başka canlılar genellikle evrenin nihai anlamıyla ilgilenmekten çok onu doğrudan yaşamaya önem veriyor görünürler. İçinde bulunduğumuz sınırsız var oluş hakkındaki algımıza yaşadığımız kültürün de büyük bir etkisi vardır. Aynı dine mensup görünseler de farklı kültürlerdeki insanlar, dinin tanrı gibi temel kavramlarını algılamaları ya da dinsel pratiklere yaklaşım açısından büyük bir çeşitlilik göstermektedir.
Bu kadar çeşitliliğe ve özgürlüğe imkan tanıyan bir evrende gerçeği tek bir biçime sokup bu biçimi herkese kabul ettirme isteğinde olmak biraz yakışıksız görünüyor. Aslında herkes yaşantılarını, düşüncelerini ve keşfettiklerini başkalarıyla paylaşmak ister. Ancak bunu yaparken tek gerçeğin kendilerine ait olan olduğunu iddia etmeleri ve de bundan başka bir gerçek olmadığını iddia etmeleri ve bunu çeşitli zorba baskı araçlarını kullanarak yapmaları, o gerçek üstün ve doğru bile olsa onun doğru bir şekilde benimsenmesini sağlayamaz. Bundan olsa olsa kültürel yozlaşma doğar. Yeni gerçeği özümsemeden alan toplumlar, kendi eski gelenekleriyle yeni empoze edilen gerçek arasındaki uyumsuzlukla süren bir yabancılaşma içinde yaşarlar. Bu hem dinde hem de bilimde görülebilir.
Birçok ülkede, Batı biliminin yöntem ve yaklaşımını sorgusuz sualsiz kabul etmek gerçek anlamda bilim yapmayı değil, taklitçi ve verimsiz bir bilimsel ortamı doğurmuştur. Dinsel öğretiler orijinal halleriyle bir derinlik ve değer taşıyabilir ve gerçek anlamlarında baskıcı ve dogmatik olmayabilirler, ancak bu geleneklerin gerçek anlamını anlayabilecek bir kültürel ortam dünyada çoğu ülkede kalmamıştır.
En az dogmatik kabul edilen Budizm ve Taoculuk bile sonradan insanlar tarafından kurumsallaştırılmış ve dogmatikleştirilmiştir. Buda’nın ya da Lao Tsu’nun özgün görüşleri kişilerin hakikati ancak ve ancak kendi gözleriyle baktıklarında fark edebilecekleri üzerine kurulsa da, Uzakdoğu ülkelerindeki insanlar arasında da bu özlü öğretiler yeterince uygulanır görünmemektedir.
Çoğulculuk kutuplaşmaya neden olmak yerine karşılıklı etkileşim yoluyla yeni anlayış ve değerlerin doğmasına, bilginin daha üst düzeyde bir kaliteyle üretilmesine neden olabilir. Bu anlamda öznelliği temel alan din, sanat ve felsefenin nesnelliği temel alan bilimle kaynaşması mümkün olmalıdır. Bilim kendisini nesnel dünyanın incelenmesine odaklamıştır. Ancak yöntemleri ve yaklaşımı dogmatik hale gelmiş, sonsuz görünen bilgi karşısında bilim adamı kendini aciz hisseder hale gelmiştir. Gerçekte ne kadar bilirse bilsin, bilim asla evrenin sırrını ele geçiremeyeceğini içten içe sezmektedir.
Ortega y Gasset, bir denemesinde şöyle der:
“Felsefi düşünce tüm düşüncelerin başlangıcıdır. Her çeşit bilim ve teknik onun özgülleşmiş biçimleridir ve tabii ki, başlangıçtaki o ilk yürek sızlatıcı merakın kısıtlanmış biçimleri olduklarından, göreceli körlük örnekleridir hepsi. O nedenle insanın “bir bilime egemen olması” çevresine o efendilik havasını saçarak dolaşması için yeterli değildir. Bilim adamı çoğunlukla kendi yaşamının kalanı üstüne “açık seçik” bilgilenmiş değildir; yaşamın kalanı da hep tamamıdır.”
Eğer bilim saf bir merakla dünyayı ve onun nesnelerini tanımak demekse bu, kişinin kendisini ve evrenin bütünlüğünü de kapsamalıdır. Bilim miyop olmamalıdır. Ayrıca bilim adamı bir bilgisayar değildir. O düşünen, hisseden, mutlu olan, acı çeken bir canlıdır. Onun kişisel, özel bir varoluş oluşu nasıl olur da yaptığı işten ayrı düşünebilir, bilim adamı diğer insanlar gibi sosyal bir varlıktır ve her sosyal varlık gibi bilimi de sosyal bir çevre içinde yürütür ve ister istemez kendisinden önce gelen bilim insanlarının ve meslektaşlarının tavırlarından etkilenir.
Bilim adamı da tıpkı kurumsallaşmış din adamı gibi bir tür gizli çaresizlik içindedir. Gerçeğe nasıl bakması gerektiği ona öğretilmiş, özgür bakışı elinden alınmış, üretebileceği bilgilerin alanı daraltılmış ve bazen de aşırı rekabet yüzünden bilimsel üretimden alabileceği keyif yok olmuştur. Uğraştığı bilim dalında kendini yetiştirebilmek için harcadığı zaman onun birçok başka alandaki gelişimine sekte vurmuştur. Arno Gruen’in “Sahte Tanrı Olarak Bilim” denemesinde söyledikleri düşündürücüdür, bilim alanında çalışan genç kuşaktan bahsederken C. Wright Mills’ten alıntı yapıyor: “Bu genç insanların akıllarının karıştığını nadiren gördüm. Ve onlarda asla tutkulu bir meraka, ruhları yolculuklara çıkaran türden, gerekirse bir şeyi keşfedebilmek için ruhu yeniden şekillendiren bir meraka şahit olmadım… Kendilerini araştırmaya adarken bunu bir kariyer gibi görüyorlar. Erkenden aşırı ölçüde uzmanlaşıyorlar, toplumsal felsefeye kayıtsız ve küçümsemeyle bakıyorlar”
Yaşamsal Bilgiden Nasıl Koptuk?
Bilgiyi kişisellik ve nesnellik açısından iki farklı uçta düşünebiliriz. Birinci uçta yer alan bilgilere kişisel, deneyimsel bilgiler diyelim. Bu bilgiler örneğin yemek yemek, yürümek, yazı yazmak, duygular gibi kişisel olarak üretilmek durumunda olan ve başkalarına aktarmamızın çok güç olduğu bilgilerdir. Bunlar hayatidir, ancak sadece bireyin kendisi tarafından üretilebilirler. Diğer uçta ise herkes tarafından paylaşılabilen ve herkese aktarılabilen bilgiler gelir. Bu bilgiler gerçekte hiç bilinmeseler de yaşamımız da sarsıcı bir değişikliğe neden olmazlar. Örneğin kimin başbakan olduğu, bir meyvanın adı, ya da politik bir konudaki tartışmalar gibi herkes tarafından bilinebilecek bilgilerdir bunlar. Üretilmeleri toplumsaldır, görece ve yapaydırlar. Bir insanın yaşamasına ve mutlu olmasına pek de etkileri yoktur. Örneğin araba kullanmak, birinci türden deneyimsel bir bilgiyken, arabanın markası ikincildir. Bir arkadaşımızın yüzü ve kişiliği birincilken onun adı ve toplumsal konumu ikincildir. Yani ikincil olan her şeyi unutsak da aslında o kişiye ilişkin bilgimizde çok da önemli bir değişim olmaz.
Çoğu insan için ikincil bilgiler birincil, yaşamsal bilgilerden daha önemli hale gelmiştir.
İkincil bilgiler aslında tamamen geçici ve gölge türünden bilgilerdir. Bu bilgiler yaşamımız üzerinde bir kabus, karanlık bir bulut gibi durmaktadır. Bu bilgiler zamanla zihnimizde yaşamsal bilgilerden daha çok yer kaplamaya ve daha önemli hale gelmeye başlarlar. Artık dünyanın ve kendimizin ne olduğunu dolaysız, yaşamsal duyumlarımızla kavramaktan çok ikincil bilgilerle onu anlamaya (ya da anladığımızı sanmaya) ve tepki vermeye başlarız. Bu bilgilere sahip olmak bize toplumsal prestij ve güç verirken diğer yandan yaşamla olan bağımızın önüne geçerek bu bağı zayıflatmaya başlarlar. Sonuç inanılmaz bir kendinden kopuş ve duygusal sıkışmadır. İkinci türde bilgilere sahip olmamızın, birincilerin önüne geçmediği sürece pek de sakıncası yok gibi görünür. Bir arkadaşımız hakkında duyduğumuz bir dedikodu onunla olan doğrudan deneyimimizi engellerse o zaman bu yorum ya da dedikodu zararlı olmaya başlar.
Doğduğumuz anda kendimiz ve çevremizle ilgili bilgimiz dolaysızdır. Bu nedenle geleceğimizden ya da öleceğimizden dolayı kaygılanmayız, doğrudan doğruya yaşamın tam içindeyizdir. Yaşamla o kadar bütünüzdür ki ölüm yoktur. Ölüm sonradan gelen dolaylı bir bilgidir. İkincildir, çünkü gerçek bir ölüm deneyimi yaşamamıza bağlı değil, başkalarının varlığındaki son bulmalara bağlıdır. Bizim onlarla ilgili deneyimimizden türer, bizim kendimizle ilgili deneyimimizden değil.
Yaşamla ilgili temel olan şeyler organizmamızın gereklerine göre içgüdülerimize kulak vererek yaşamamıza bağlıdır. Acıkınca yemek yememiz, uykumuz gelince uyumamız ve tüm bu süreçlerin kesintisiz bir şekilde sürmesinin verdiği harika duygu asıl yaşamsal deneyimimizin köküdür.
Yaşantılarımıza ilişkin bu ikincil yansıtmalar, gölgelemeler bir süre sonra asıl yaşantının önüne geçince gerçeği sanal ve soyut olan kurgularla karıştırmaya başlarız. Yaşantımız berraklığını, mutlu tadını yitirir, korku ve kaygı sevinç ve yaşama cesaretinin yerini alır.
Bilimsel bilgi, temelde ikincil türde bilgilerdendir ve biz onları asıl gerçekler olarak algılamaya başladığımızda yaşam deneyimizin saf ve gerçek kısmından koparız. Bilimin ürettiği bilgiler organizmamızın doğal ve dolaysız bilgilerinin yerini almaya başlayınca ne yiyeceğimize karar vermek için kendi bedenimize değil uzmanlara güvenmeye başlarız, yaşam sorunlarımızı içimizden gelen uyarılara kulak vererek çözmek yerine, toplumsal kalıplara, kitaplara ya da önemli gördüğümüz insanların öğütlerine dayanırız.
Dinsel ve bilimsel bilgiye ulaşmanın gerçekte en doğru şekli kendi doğrudan gözlem ve deneyimlerimize başvurmaktır. Buna bireyselleşmiş din ya da bilim diyebiliriz. Din, örneğin Tanrının var olduğunu ve ölümden sonra cennet ve cehennem olduğunu söyleyebilir. Ancak bu ikincil, düşünceye dayanan bir bilgidir. Evrenin gerçek doğası ve ölümden sonra ne olduğu konusu bizim yaşamı bütünüyle yaşamamızla ortadan kalkar. Böyle aracısız, tam bir yaşamda Tanrı ve evren arasında bir ayrılık olmaz, ölüm ve yaşam arasında da.
Birincil (yaşamsal-öznel) ve ikincil (toplumsal-soyut) bilgi ve yaşantılar arasındaki ayırımı yapabilmek bizi birçok sorunumuzdan uzaklaştırabilecek bir bakış açısına sahiptir. İkincil sorunlar gerçek sorunlar değildir, dar görüşlü zihin tarafından oluşturulan sahte sorunlardır. Tanrı var mı yok mu sorusu ikincil bir sorundur, çünkü öncelikle yaratılmış bir kavramın (ikincil düzeydeki) üzerine yapılan bir tartışmadır. Gerçekte varoluş karşısında bilgi-öncesi yaşanan şaşma-hayranlık-huşu saf ve temeldir, bu bilinç alanı “Tanrıyla” (yani evrenin kavramsız doğrudanlığıyla) temasta olmak demektir. Tanrıyla doğrudan temasta tanrı yoktur (tanrı bilgisi yoktur).
Yaşantımız üzerine var olan her tür bilgi onu belli bir çerçeve içine sıkıştırır, yaşantımıza gereksiz ve sonunda bunaltıcı bir ağırlık katar. İkincil bilgiden kurtulmak aldatmadan kurtulmaktır, çünkü bilgi geçici ve aldatıcı olduğu halde gerçekmiş gibi görünür. Yaşadıklarımızı izlemek, onlar üzerine düşünsel yorumlar yapmak o yaşantıları çarpıtır ve saptırır. Kişi zihninde oluşan bu deneyim gölgelerini izlemeli ve onları duyumsal deneyimler haline gelene kadar algılamalıdır. O zaman algımız tekrar eski, orijinal saf haline döner.
Batı geleneği ikincil kavramlardan doğan yaşantı ve kurumlara fazlasıyla önem verir. Batıda mühendis, bilim adamı, filozof, yönetici vs. işçiden, köylüden, çiftçiden daha değerli ve üstte görülür. Doğrudan fiziksel üretimi yapan bu insanlar gerçekte birincil türdeki yaşantılara benzerler. Onlar olmasa bütün sistem çökerdi, bütün yöneticiler, bilim adamları vs. ölse de insanlar yaşamaya devam ederler, ancak bütün işçiler, çiftçiler ölse kimse yaşayamaz, birilerinin işi gücü bırakıp bu fiziksel uğraşlara dönmesi gerekirdi. Altta olana, temel olan karşı olan bu küçümseme, aslında daha değerli oldukları halde onları değersiz görme eğilimi bütün zamanlarda var görünse de, biz toplumsal değer sıralamalarını kabullenmemeyi seçebiliriz.
Bilim dünyayı cansız, kuru bir yer olarak görme eğilimdedir. Çağdaş bilimin amacı dünyayı tanımak değil, onu kontrol etmektir. Arno Gruen aynı denemede şu tespitte bulunuyor:
“Çağdaş bilimin başlıca amacı, nesneleri, önceden belirlenen sonuçlara gerçekten de varılacak şekilde manipüle etmektir. Nesnelerin sadece manipülasyona veya kontrole uygun bulunan belirli özellikleri önemlidir… Kavrama kavrayanın amacı için nesnesinin gerekli olmayan yanlarını kesip attığı nerdeyse saldırganca bir şiddet uygulamasına dönüşebilir.”
Yıkım, şiddet, kötülük ve sömürme aracına dönüşmüş bilim anlayışı, bilim insanını da dönüştürmüş ve aynı sistemin uzantısı olarak nevrotik güç arzusunun kölesi haline getirmiştir. Bilimi bu şekilde eleştirmenin amacı bilimi küçümsemek ya da zayıflatmak değildir. Bilimde evrim halindedir ve nasıl bundan ikiyüz ya da beşyüz sene önceki bilimsel anlayışları aşabilmişsek, şimdiki bilim anlayışımızı da aşabilmeli ve bilimi özgür felsefeyle bütünleştirip insanın hizmetine sokabilmeliyiz.